Türkiye’deki siyasi iradenin iç siyasetimize etki etmekteki ısrarını ve sahada göstere göstere hoyratça yaklaşımını, batı kültürünün bize öğrettiği mantık çerçevesinde değerlendirerek bir sonuca varmak mümkün değildir.
Halbuki sınırları bekleyen o.
Bütçenin %50 sini veren o.
Su oradan geliyor.
Nüfusun %35 aynı zamanda T.C. vatandaşı.
Üniversitelere gelen öğrencinin %70 Türkiye’den geliyor.
İşçinin %80 Türkiye’den.
Turizmin %80 oradan geliyor.
Çıkış kapımız çok büyük ölçüde Türkiye üzerinden.
Tüm bunlar yeterli güvence değil mi?
Kendi halimize bırakıldığımızda bile herhangi bir güvensizliğe örnek olacak bir durum olmasa da belli ki yetmiyor.
Aklını kullanmakta özgüveni olan ülke bunlardan bir tanesi ile bile kimin seçildiğine takılmadan siyasi etkisini diplomasi yoluyla sessiz sedasız hayata geçirebilir.
Sahada karşılığı olan siyasi güç sokağa düşürülmeden yarattığı algı kadar güçlüdür.
Kafam, tam da bu noktada, Türkiye’nin siyasetini mantıkla açıklamakta zorlanıyor. Bu da bugünün konusu değil. Geçmişte de bunu anlamakta zorlandığım dönemler olduydu.
T.C. devleti ile ilgili ilişkimizde rahmetli babamın Kıbrıs Cumhuriyeti kurucu meclisine kadar uzanan 40 yıllı aşkın idari görevlerinden dolayı su yüzüne çıkmış ve çıkmamış çok anekdot dinledim. Bazılarına da şahit oldum. Belleğimi zorladığımda bunlardan ilki 74’ün hemen sonrasında Bellapais’a çıkış yolunda şahit olduğum bir vakadır ki bende iz bırakmıştır. Hatırlayanlar bilir tek şerit ve yılan gibi kıvrılan bu yolda karşıdan gelen T.C. elçiliğinde kıdemli diplomat olduğunu öğrendiğimiz kişinin kullanımında olan arabaya yolu tam olarak boşaltıp yol vermediğimiz iddiası ile “yeşil plakayı görmüyor musun niye yol vermiyorsun lan” diye çıkışmasına rahmetli babamın verdiği cevap ve sonrasında olanlar kafamda hep kazılı kaldı. Kafamda kalan da bu münferit olayın kendisi kadar olayın büyümemesi için T.C. elçiliği nezdinde gösterilen hassasiyet ve rahmetli Osman Örek’in takındığı tavırdı. Yine aynı dönemde babam devlet törenlerinin düzenlenmesinden sorumlu, yanılmıyorsam ismi “Protokol Müdürlüğü” olan bir görevi de yürütüyordu ve daha nelere şahit oldu! Neyse konumuz dedikodu yapmak değil ama bu ve buna benzer irili ufaklı olayların etkisiyle de olacak gün geldi, “batının” Türkiye’ye yaptığı muamelenin benzerini bize yapma temayülü devlet kademlerinde batıya karşı baskılanmış bir reaksiyonun bizim aracılığımızla kontrolsüz dışa vurumu mu diye düşündüm. Biz bir psikolojik boşalmaya aracılık ediyoruz da haberimiz mi yok? “70 sente” muhtaç duruma düşmenin ama soğuk savaş döneminin stratejik öneminden dolayı yine de yüzdürülmenin ezikliğinin aynisini bize mi yaşatmak istiyorlar diye düşünmekten kendimi alamadım.
Gün geldi, toplumun bir kesimiyle aynı fikirde olmasa da olayların gidişatını farklı yorumlayan ve bunu aktif olarak dile getiren Kıbrıs Türkünün aydın insanlarının katledilmesinin arkasında Gladio’nun Türkiye’deki uzantısının ya da kalıntılarının gölgesinde neye hizmet ettiğini bilmeyen “milliyetçilerin” olduğu ortaya çıktı. Bugün de tarihin derinliklerinden hala daha çıkmaya da devam ediyor. “Üst akla” görüntü vermek ve aksiyon göstermek derdinde olan kraldan daha kralcı zihniyet milliyetçilik örtüsü altında Doğu Akdeniz’de komünizm ile mücadele etmek adına Kıbrıs Türkünü meze yaparak kim bilir ne çıkarlar elde etmek için kullanmıştır da biz anlamamışızdır diye de düşünür oldum. Yoksa biz neymişiz de haberimiz yok dedirtecek derecede bir avuç aydın Kıbrıs Türkü niye katledildiler?
2000’li yılların başında da Kıbrıs’ı Kemalizm’in arka bahçesi, yetiştirme alanı olarak gören zihniyetin hesaplaşmasının parçası olarak görülüp yılların birikimi olan büyük bir iç hesaplaşmanın içinde kendimizi bulup bundan nasibimizi alıyoruz diye düşündüm. Bu öyle bir hesaplaşmaydı ki yerli solcular ile dini siyasete alet edenleri bir araya getirdi.
Yani Kıbrıs Türkü için hayati olan bu ilişki aslında kardeşlik ve stratejik olmaktan öte özünde farklı sebepler de olsa yıllar itibariyle bireyler nezdine indirgenebilen psikolojik bir mevhum mu acaba diye düşünür oldum.
Çok daha yakın dönemde yaşananlar ile farklı bir sebep daha yeşermeye başladı.
Kuzey Kıbrıs’ın uluslararası ölçeğe taşan birçok şaibeli ve gayri kanuni işlerin içerisinde “köprü” işlevi görüyor olması Türkiye devletine tarihten ve coğrafyadan gelen stratejik öneminin ötesine geçtiği günden güne belirginleşti.
Sedat Peker’in Kıbrıs ile ilişkili anlattıkları toplum arasında bilinenlerin bu tür işlerin döndüğü dünyanın parçası olan bir suç örgütü lideri tarafından teyit edilir nitelikte olması açısından önemlidir. Kuzey Kıbrıs üzerinde barındırdığı yerli ve T.C. vatandaşı kişiler, para transferleri ve illegal ticaretin akışındaki konumu ve işlevi itibariyle farklı bir stratejik önem kazandı. Tarihi, coğrafi ve askeri öneminin ötesinde siyaset ve devlet üstü bir köprü işlevi bu.
Malum “köprüler” stratejik yapılardır.
Bir yere ulaşmak ve daha da önemlisi engelsiz bir şekilde hızlı ulaşmak için önemli bir fonksiyonu yerine getirirler. En ufak bir tıkanıklık olmaması her zaman açık kalması çok kritiktir. Normal bir günde İstanbul’daki köprülerden birinin bir şeridi kısa bir süre tıkansa şehir trafiğinin tümünün tıkandığı gibi.
İşte tam da bu noktada bizim mantık çerçevesinde anlamakta zorlandığımız iç siyasetimize müdahale anlam kazanıyor.
“Kuzey Kıbrıs bizim vatanımız burada bizim değerlerimizi koruyacak şekilde bir hayat ve gelecek inşa etmek istiyoruz” dedikçe o köprü üzerinden geçip gitmesi gereken trafikte tıkanıklık olma riski bundan yararlananlar için artıyor. En ufak bir tereddüt ve tıkanmaya tahammül kalmıyor.
Bunun içindir ki Kıbrıs Türkü özünde kanun devleti değil, hukuk devletini tercih ettiğini söylemesi problem oluyor. Bundan dolayı “Türk usulü” ucube başkanlık sistemine karşı çıkıyor. Baskı ile iş yapmak değil de demokrasi içinde eşitler olarak tartışarak ikna olarak siyasi karar almayı tercih etmekteki hassasiyeti problem oluyor. Kendi içindeki toplumsal ve siyasi ilişkilerinde ötekileştirme değil de hoşgörü ısrarı problem oluyor.
Tüm bu değerlere olan inancımız ve ısrarımız bize yüklenen “köprü” işlevinin sekteye uğramasına sebep olabilir birer unsur olarak görülüyor.
Gözünüzün önüne getirirseniz daha da iyi anlayacaksınızdır; köprünün üzerinde hayat olmaz, gelecek de kurulmaz. Yalnızca trafik akar gider.
Problem de budur.
74’ten hemen sonra Bellapais yolunda “yeşil plakayı görüp niye tam olarak yolun dışına çekilip geçmemi beklemiyorsun” çıkışı siyasi iradeyi bugün de elinde tutan ve temsil edenlerin aracılığıyla yürürlükte olan siyasi anlayıştır.
Bunun karşısında canlı olup olmadığı bir kez daha test edilen de Kıbrıs Türkünün adanın “ev sahibi” olarak ayrı bir varlık olmak adına sürdürdüğü inadının ve sabrının direncidir. Yoksa Kıbrıs sorunu bizim “azınlık” ile “vilayet” olma arasında yapacağımız bir tercih ile çoktan ortadan kalkmış olurdu. Şu da bilinmelidir ki “ev sahibi” olarak bizim anne ve babalarımızda O sabır ve direnç olmasa Türkiye devletinin tüm desteğine rağmen 20 Temmuz’a giden süreç de olmazdı.