Aralık ayının son günlerinde Türk eğitim sistemini “aşağılayıcı” bir yazı yayınlamıştım. Yazı, hakarete varan ifadeler içeriyordu. Genellikle bu tarzı kullanmam ama bu defaki seçimim bilinçliydi. Hem öfkeliydim hem de tehlikenin büyüklüğünün farkında olmanın verdiği telaşı yaşıyordum.
Çocuklar ne olacak? Bugün gençlik yıllarını yaşayanlar, bu ülkede akıl yoluyla ileri sürecekleri görüşlerine itibar edilmediğini ve edilmeyeceğini anladıklarında ülkeyi boşaltma yoluna giderlerse bu boşluğu kimler dolduracak? Kimler “profesör” ilan edilecek ve “bilim adamı” muamelesi görecek?
Bu sorulara kendinizce yanıt verirseniz, emin olun siz de okkalı bir küfür ile biraz olsun rahatlamak isteyeceksiniz!
Son örneklerden biri tıp alından geldi ve iki hafta önceki hakaretamiz üslubumun hafif kaldığını; “tehlike” diye söz ettiklerimin aslında “bugünün gerçekleri” olduğunu gösterdi.
Bir tıp profesörü, MS hastalığının Allah’ın bir lütfu olabileceğini ifade ettiği bir makale yayınlamış… Makalesinde, “bilimsel olarak kanıtlanamasa da bazı MS hastalarında hastalığın ana nedeninin Allah’tan bir hediye, sınav veya ceza gibi doğaüstü nedenler olduğuna kuvvetle inandığını” belirtmiş…
Bilim insanları da ellerinden geleni yaptıktan sonra kadere teslim olabilirler. Bilimsel çalışmalarına devam etme gücünü böylece koruyan insanlar olduğunu ve onların ürettiği bilgilerin insanlığa büyük katkılarda bulunduğunu biliyoruz zaten. Ama bir hastalığın nedenini Tanrı’nın tercihi olarak açıklamak, bilimsel bir makalede yer alabilir mi? Bu makalenin yayınlanmasına onay veren editörler ve bilim heyeti üyeleri buna neden itiraz etmezler veya edemezler?
Sanırım asıl sorun buradadır: İşin içine Allah girdiği zaman tartışma bitmekte; kimse itiraz etme cüretini gösterememektedir.
Bu durumda Orta Çağ Avrupa’sındaki düşünsel ortama sürüklenmediğimizi kim söyleyecek, merak ediyorum? Kendi çağını bırakın, çağların en büyük bilginlerinden biri olan İbn Sina da, gericilerin tehditleri nedeniyle yaşadığı kenti terk etmek zorunda kalmıştı… Yaşadıklarımızın, İbn Sina’nın vebâ salgınına karşı mücadele ederken karşılaştığı dini gericilikten ne farkı vardır?
Şunu da biliyoruz ki, İbn Sina da, bilimsel olarak çözüm bulmadığı olayları çözümlemesine yardımcı olması için Allah’a dua ediyor ama duasından hemen sonra okumaya ve araştırmaya dönüyordu. Duası, olguları anlamasına yardımcı olması için Allah’a yakarmayı içeriyordu; o kadar! Olguları Allah’ın bir tercihi olarak kabullenmek başka; bir bilim insanının dini inançları gereği tanrısından yardım istemesi başka şeydir ve ikisi arasındaki ince çizgi, “bilim yolundan ayırılmak veya ayırılmamak” arasında seçim yapmaya götürecek kadar önemlidir.
Bugünün Türk akademik hayatından örnek aldığımız olayın münferit bir olay olduğunu söyleyemeyiz. Bu tutum, Türk akademik hayatını derinden etkilemeye başladığı gibi, akademik unvanların dağıtımını da belirleyen bir süreç haline dönüşmüştür: Kim kimin arkasını sıvazlarsa, o da dönüp onun arkasını sıvazlamaktadır. Gazeteler, her gün için yaşanan akademik skandalların haberleri ile doludur. Liyakata dayanmayan atamalardan tutun da sahtekarlıkla alınmış unvanlara kadar birçok haber, günlük hayatımızın bir parçası olmuş durumdadır.
Sahtekarlıkla profesör olunabilen bir ülkede saygı duyacağınız ne kalır? Bilimle uğraşan veya bilimle uğraştığı düşünülen insanların sahtekarlık yapmasından daha tehlikeli bir şey olabilir mi?
Bunun sonucunda geriye kalan insanlar “her şey mubahtır” zihniyetine sarılıp, hiçbir ahlaki değeri önemsemeden yaşamaya başlarlarsa o ülke nasıl yönetilir? O ülkenin insanları arasında ne gibi bağlar oluşur? O ülkenin insanları birlikte yaşamaya devam edebilir mi?
Küfür ederek kendimizi rahatlatabiliriz ama durum gerçekten tehlikelidir ve küfür ederek geçiştirmek de doğru olmayacaktır!
Küfür ihtiyaç ki lisanda var diye bir söz vardır. Sanırım güzel bir küfretmeliyim