Avrupa’da “aşırı sağ” denilen gruplar ile bizim “faşist” veya “siyasal İslamcı” dediğimiz gruplar arasındaki benzerlikler ve farklılıklar nelerdir? Bu sorunun yanıtını aramak bile ciddi kafa karışıklıklarına neden olacak mahiyettedir.
İslamcıların ümmetçiliği ırkçılıklarına galip geliyor diye İslamcılar onlardan daha masum olabilir mi? Onlar bizimkilere göre biraz daha fazla ırkçı görünüyorlar, doğru! Nihayetinde onlar da kendilerini “Avrupalı” olarak tanımlayıp çemberi genişletebilir ve Almancı veya daha dar anlamda “ırkçı” olmaktan kurtulabilirler. Bu farklılıklar “bizimkiler” ile “onlarınkileri” birbirinden ayırabilir mi? Bu kadarcık fark, birilerine “aşırı sağ” derken diğerlerine başka bir tanımlama yakıştırmaya yeter mi?
“Aşırı sağ” diyerek dışlayıcı bir dil kullanıyoruz ya, Hollandalı Wilders’in dincilere karşı Atatürk’ü savunmalarını görmüş ve hayret etmiştim. Atatürk’ü savunuyorsa belki de sağcı veya ırkçı olarak nitelememek gerekir, değil mi? Onlara “aşırı sağcı” diyeceksek Atatürk’e ve Atatürkçülere de öyle mi demeliyiz? Atatürkçüler, kendilerini sola yakın görüyorlar… CHP de çoğunlukla solcu bir parti olarak niteleniyor ama buna karşın Recep Tayyip Erdoğan “laiklik” ile “faşizm” kavramlarını bir arada kullanmayı çok seviyor. Son olarak, “Laiklik maskesi ile faşizmi gizlemeye çalışıyorlar” bile dedi! Bu söylemi ile CHP’ye faşist demeye çalışıyor aslında. Erdoğan’ın hedefindeki kişilere Türkiye’de “solcu” deme eğilimi vardır ama onların pek çoğu da Türkiye’nin göçmenlerle dolmasına karşı çıkıyor. Belki onlara da “aşırı sağcı” demek gerekir; kim bilir?
Kavramlar işte bu kadar karmakarış olmuştur. Bizim faşistlerin ve dincilerin, Avrupa’da az çok “özgürlükçü” olan ama kendi kültürlerini dıştan gelen tehditlere karşı korumaya kalkışanları “aşırı sağcı” olarak nitelediklerini gördüğüm zaman, Avrupalı sağcıların politik amaçlarını ve kendilerini nasıl tanımladıklarını öğrenmeye yöneliyorum. Bizimkilerin dediklerine aldırmadan onları tanımaya çalışıyorum. Size de öneriyorum aslında. Bu “aşırı sağcılar” kimlermiş, ne istiyorlarmış bakın, diyorum.
Paris banliyölerinin her akşam yangınlarla sarsıldığı, sokaklara park eden arabaların yakıldığı 2012 yılının üzerinden 12 yıl geçti. Belli ki sorunlar çözümsüz kaldığı gibi, daha da yoğunlaştı. Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Fransa’daki “aşırı sağcı” Le Pen’in partisi birinci olmuşsa, bu çözümsüzlüğün etkisini dikkate almak gerekir. Bizim kuşak onun babasını “deli” olarak görüyordu ama kadın gelecek seçimde Fransa Cumhurbaşkanlığı’nın en güçlü adayı haline geldi.
Geldi ama soralım bakalım nasıl geldi? Göçmen akını yasal ve yasal olmayan şekilde devam ediyor. Kentlerin banliyölerinden vazgeçtik, merkezleri işgal edilmiş hale geldi. Bölgemizde yaşanan dinci rejimlerin yarattığı tehditleri, IŞİD veya El Kaide gibi örgütlerin terör tehditlerini de hesaba katın isterseniz. Bu ortamda Avrupalılar, kendi tarzına uygun bir yaşam süremiyor. İşte olay budur ve son zamanlarda olan, bunun siyasete yansımasıdır.
Bizim bölgemizdeki liderler, bu küresel soruna çözüm bulmak için katkı yapacaklarına bunu kışkırtarak iktidarda kalma sürelerini artırmaya çalışacaklardır. Buna adım gibi eminim… Bizim asıl dikkat etmemiz gereken tam da budur! Bizim de bu liderlerden kurtulmamız ve sorunun çözüm sürecine tam kapasite ile katılmamız gibi bir sorumluluğumuz vardır.