Son üç-dört yılda partilere liderlik edenlerin değişmesi ile siyasetçi profili de kabuk değiştirdi. 2018 seçimlerinden sonra yeni siyasi liderler geçmişe göre çok daha hızlı bir şekilde en tepe görevlere geldi. Bu kabuk değişiminde vücut bulanlar donanımlarını devreye sokup fark yaratacak görevlere hızlıca gelseler de bir kadro hareketi ile ayaklarına gelen fırsatı taçlandırıp çözüm bekleyen konularda mesafe almakta bir o kadar yavaş ve uzak kaldılar.
Eğitimleri ve temiz siyaset anlayışına uygun duruşları ön plana çıkmasıyla umut olur diye beklenenler umut olamadılar.
Tabiri caizse temiz ama boş tabak vadetmenin problemleri çözmediği, refahı artırmadığı ortaya çıkmış oldu.
11 Ekim seçimlerine açık şekilde müdahaleyi elverişli kılan unsurlardan biri de umut diye ortaya çıkanların kısa sürede yarattığı hayal kırıklığı sonucunda güvenli bir limana sığınma ihtiyacıdır.
“Ben değil başkası fedakârlık yapsın” diye özetleyeceğimiz topluma da hâkim olan psikoloji donanımlı, temiz ve yolsuzluklardan uzak yeni siyasetçilere rağmen siyasete hâkim olmaya devam etti. Bundan dolayı toplum nezdinde siyaset hangi parti ve kim gelirse gelsin aynı olur diye kısır bir döngüye girdi tıkandı kaldı.
Bu yazının konusu değil ama dün bu satırları yazarken en büyük parti olan UBP’nin kurultayı yapılıyordu. Büyük bir ihtimal Başbakanı seçmek için sandığa gittiler ama ortada ne heyecan veren fikirler dizisine dayalı bir plan var ne de güven veren bir kadro oluşumu var.
UBP’nin ötesinde ortaya çıkan bu genel tablonun sebebini irdelediğimizde de toplumdaki ruh halini gözlemleyip kafa yoranlardan sosyoloji ilminden de küçük toplum büyük toplum ilişkisine örnek teşkil eden referanslar ile bunun normal olduğunu dinliyoruz.
Genelleme yapılarak toplum psikolojisi ile ilgili anlatılanlara kulak verelim.
Türkiye’nin kamu maliyesi reformlarından başlayarak önerdiği en temel ekonomik doğrulara kimlik ve aidiyetimizi koruma refleksini harekete geçirerek gösterdiğimiz reaksiyon engel teşkil ediyor.
Bu engel teşkil eden reaksiyon yerini ortak bir devlet çatısı altında ‘Rum ortaklarımıza’ karşı mahcup olmamak ve geri kalmama mücadelesinin bir parçası olursa ancak kabul göreceği kehanetini işaret ediyor.
Toplumda sırf bir silkinmenin olması ve 70’li yıllara kadar uzanan süreçteki gibi kıt kanaat olanaklara rağmen bir plan çerçevesinde en donanımlı kadroların bir araya getirilmesi için Rum ile ortak devlete dayalı bir anlaşmanın olması mı lazım sorusunu akıllara getiriyor.
İçine düştüğümüz ruh halini ortadan kaldırmak için sanki de bunun şart olduğu gerçeği ve ikilemi ile karşı karşıyayız.
Bizdeki kendini korumaya yönelik toplumsal duygusallığı kontrol altına alıp mantıkla ancak ortak bir devletin parçası olduğumuz zaman buluşturabiliriz sonucu çıkıyor.
Evet dinlediklerimizin içinde ifade edilmese de ille de Rum’la federal devlete dayalı bir anlaşmanın olmasını beklemek lazım sonucu çıkıyor.
Söylenenler bizi nereye götürür diye düşünüldüğünde ortak nokta bu.
Hoşumuza gitmedi mi?
E vallahi hoşumuza gitmese de kerameti kendini doğrulayan kehanet gibi bir durum ile karşı karşıyayız.
Siyasetçilerin Rum siyasilere yönelik alışageldik siyasi söylemlerini bir kenara koyun toplum nezdinde Rum artık günlük hayatımıza etki eden durumda değil.
Evet yıllardır süren ambargoların arkasındadır ama ambargolar da artık toplum tarafından kanıksanmış, kabullenilmiştir. Ambargolar da Rum’a karşı motive olmuş yerine göre risk alıp çaba harcamayı göze almış bir avuç ticaret insanı tarafından fırsat bulununca sessizce delinebilen bir unsurdur. Özet olarak kendi kimlik ve aidiyetimizi koruma adına Rum bizi toplumsal olarak motive eden bir unsur olmaktan çıktı.
Ayni kefeye girmese de onun yerine büyük toplum olarak Türkiye ve onu temsil eden iradenin temsilcileri günlük hayatımıza etki eden unsur haline geldi.
Rum ile ayni çatı altında ya da 74 öncesi oluşan fiili durumda Rum’a karşı verdiğimiz özgürlük ve varoluş mücadelesi bizi daha iyisini yapmaya, liyakate önem vermeye motive eden bir unsurdu. Günlük hayatımızda Rum ile olan ilişkimizin oluşturduğu gündemi giderek tümüyle ikame eden Türkiye ile olan ilişkimiz oldu. Bu ilişkinin bizim açımızdan geldiği nokta Kıbrıs sorununa gerçekçi bir çözüm planı ve şartlarımıza uygun alternatif ekonomi politikası ortaya koymadan yalnızca kimliğimizi koruma mücadelesi yapılmasını bekleyenler ile anahtarı kim daha hızlı Ankara’ya teslim eder arasındaki bir yarışa dönüştü.
3’ncü yolu savunan bizim gibiler de birine karşı çıkarken diğerini savunur duruma düşmeme mücadelesi veriyoruz.
11 Ekim’de notumuzu aldık oturduk.
Azınlıktayız ama sabırlıyız.
Küsmek yok.
Bir miktar seyretmek için susmak var ama!