“Köy sessizleşmişti… Ortada kimseler yoktu. Zaten 100 civarında insan yaşıyordu ama o günden sonra onlardan başkası kalmamıştı. Önce “herhalde esir alındılar” diye düşündüler. Birleşmiş Milletler Barış Gücü’ne soruldu, “esir kamplarında yoklar” yanıtı geldi. Köyün üst bölümünden Mağusa ana yoluna kadarki tarlalara bakıldı hemen… Ancak ne sağ, ne de ölü olarak izlerine rastlanabildi. Ta ki, küçük Şafak, çoban amcasına yardım ederken gittiği çöplükteki tuhaflığı fark edinceye kadar…”
“O gün oradaki kötü koku hâlâ burnumdan gitmiyor” diyor. Ve çizgili pijamalı arkadaşının kolunu görünce felaketi anlıyor… Bazı yerleri piramit görünümü almış çöplükteki toprağın altında 89 cansız beden vardı!
Savaşın kötü izler bıraktığı acılı coğrafyalardan biri olan Kıbrıs’ta, 1974’te soykırım yaşanan Muratağa, Atlılar ve Sandallar köylerinde hayat, bir daha eskisi gibi olmadı. 89’u Muratağa ve Sandallarlı olmak üzere 126 kişi, 14 Ağustos 1974’te katledildi, iki çukura atıldı. En küçüğü 16 günlüktü, en yaşlısı ise 95 yaşında… Şafak Nihat’ın sınıf fotoğrafındaki arkadaşlarının tümünün mezar taşlarında ölüm tarihleri “14 Ağustos 1974” yazıyor. Üç köydeki evler o günden sonra kapkaranlık… Esir alınıp önce Mağusa’ya ardından Limasol’a götürülen eli silah tutacak yaştaki erkekler ve köyde saklanan 7 kişi dışındaki herkes öldürüldü.
Öğretmen Şafak Nihat, Muratağa’daki katliamdan köyde olduğu halde kurtulabilen 7 kişiden biri. O günlerde henüz 13 yaşında. 5 çocuklu ailenin en küçüğü. Babası, hem İngilizcesi iyi olan hem de kendini birçok konuda geliştirmiş, saygın bir ilkokul öğretmeni, Hasan Nihat… O zamanlarda köy öğretmenleri aynı zamanda imamlık da yaptığı için “hoca” da deniyor. Hasan Nihat, birçok köyde öğretmenlik yapmış, son olarak Boltaşlı’dan 1972’de emekli olmuş. Anne Nezihe hanım, 5 çocuğunu en iyi şekilde yetiştirmek için çırpınan bir ev hanımı.
KORKU DOLU GÜNLER
Toplu katliamın yaşandığı Muratağa’da katliam çukurunu bulan Şafak Nihat, Muratağa, Atlılar ve Sandallar köyünde 1974’te bir grup Kıbrıslı Rum askerinin katlettiği 126 kişinin acısını taşıyor. O günler için “korku dolu günlerdi” diyor.
O yıllarda 100 civarında Kıbrıslı Türk nüfusuyla Muratağa, bir kısmı toprak sahibi olup kendi işini yapan bir kısmı da Rumların yanında işçi olarak çalışan orta düzey insanların yaşadığı bir Türk köyü…
Şafak Nihat, Muratağa’nın özellikle Alaniçi’ndeki Kıbrıslı Rumlarla sınırlı da olsa ilişkisi olduğunu ama kendilerinin pek de teması bulunmadığını belirtiyor.
Babası öğretmenlikten emekli olunca köye temelli yerleştikleri 1972’den sonra Muratağa İlkokulu’nda eğitim görmeye başlamış. Köydeki günler bisiklet sürüp, futbol ve saklambaç oynayarak, kuş lastiğiyle avlanarak geçermiş. “Daha iyisini bilmediğimiz için, o günler bizim için mutlu ve huzurluydu” diyor.
15 Temmuz 1974’teki darbe, köyde de tedirginlik yaratmış. Şafak Nihat, sonrasını şöyle anlatıyor:
“’Babutsaların içine iki Rum saklandı. Makariosçu Rumlardı’ diyorlardı. 20 Temmuz’da Rumlar tüm köylülerimizi Piperestorana’daki (Alaniçi) ilkokula götürdü. Sandallar ve Atlılar köylüleri de oraya getirilmişti. Akşama doğru bir askeri cip geldi. Söylenene göre Yunanlı subaylarmış. Onunla bizi ilkokula götürenler arasında yüksek sesli bir tartışma oldu. Hemen sonra, kadın ve çocukları köye gönderdiler, erkekler ise orada kaldı. İki abimle babam orada kaldı. Bir abim Türkiye’de üniversitedeydi. Annem, ablam ve ben köye döndük. İlkokulda tuttuklarını daha sonra Mağusa Karakol bölgesindeki kampa götürdüler. İleriki günlerde babam, silah kullanamayacak durumdakileri ve ihtiyarları bıraktıkları için köye dönebildi.”
“ISTIRAPLI GÜNLER… ELİMİZ KOLUMUZ BAĞLANMIŞTI… BABAM PENCEREYİ AÇMAMIZA İZİN VERMEZDİ”
20 Temmuz ile 14 Ağustos arasındaki günleri “benim için ıstıraplı günlerdi” diye tanımlıyor Şafak Nihat. “Elimiz kolumuz bağlanmıştı. Çocuk da olsak korku içindeydik. Yaz günü özellikle geceleri kapılar pencereler kapalıydı. Vantilatör bile yoktu. Köye elektrik yeni gelmişti sadece buzdolabımız vardı. Terlerdik, ‘baba pencereyi açalım’ derdik, babam ‘hayır’ karşılığını verir, hiç açtırmazdı. O günlerde ara sıra silah sesi duyardık ama yapacak bir şey yoktu. Gizleneceğimiz orman falan yoktu, köyümüzün dört tarafı açıktı. Sonradan duyduğumuza göre, Rumlar köyün girişindeki kahveye gelir, çaldıkları hayvanlardan kebap yapar yer içer havaya ateş açardı. Bu dönemde ara sıra Barış Gücü de gelirdi köye, durumumuza bakmak için… Bir gece Tavukçu Mehmet adlı adam bize geldi. Babama bir şeyler anlattı. Ne yaşamışsaydı çok korkuyordu, titriyordu. O gece bizde kaldı. Babam Barış Gücü’ne adamın hasta olduğunu söyleyerek Mağusa’ya gitmesini sağlamıştı. O sayede katliamdan kurtuldu.”
Gündüzleri köydeki evlerin kapılarını açsalar da insanlar korkudan köyden çok uzaklaşmıyorlardı.
14 AĞUSTOS 1974
Şafak Nihat, Muratağa’da 14 Ağustos’ta neler olduğunu, belleğinde kalanlarla şöyle anlattı:
“Güneş batarkenden yatır, doğarkenden kalkardık. O gün de erken kalkmıştık. Uçak sesleri duyduk. Babam radyodan haber dinlemeye meraklıydı. Korku dolu bir bekleyişti, her an Rumlar gelip bizi alacak diye korkuyorduk. Çok güçlü iki silah sesi duyduk, evin ve avlunun içinde hepimiz bir tarafa dağıldık.
Köyün girişinde, Tavukçu Mehmet’in kayınpederinin evi ve ağılı vardı. Sonradan öğrendiğime göre, Rum askeri ona ‘hade gene otobüse gidiyoruz’ demiş. Nereye? ‘İlkokula’… Oysa doğrudan ölüm çukuruna götürüldüler. Şimdi rahmetlik olan o adam, Rum askerine ‘yürüyün gidin, ben sizinle gitmem, hayvanlarımı yedireceğim’ diye karşı koymuş. O anda onu iki el ateşle öldürmüşler. Duyduğumuz silah sesi oydu.
Babam samanlığa gidip gömüldü, kafasına da kutu geçirdi. Annem, ablam ve ben, aşevi dediğimiz odaya gittik, annem eski Karpaz şöminesinin altına girdi. Yanında iki tane pilin dediğimiz saman ve çamurdan (kerpiç) yapılmış varil vardı. İçine burçak, havetta, buğday doldurulurdu ve altında kapısı vardı içindeki ürünün kolay dökülmesi için…. Halen duruyorlar. Birinde havetta vardı öteki boştu. Kız kardeşim boş olana girdi. İçinde havetta olan varilin üstünde tahtalar, daha da üstünde nenemin bakır tencereleri vardı. Ben de onun içine girdim, havettanın içine gömüldüm, üstüne gene tahtaları koydum. Tüm bunlar güneş yeni doğarken oldu.
O ağustos sıcağında kan ter içinde tahminim saat 10.00’a kadar öyle kaldık. Sonradan kıpırdanışlar duyardım. Belki annem nerede olduğumuzu gördü diye düşünüyordum. Annem bacanın içinde oturuyordu. Bir gürültü duyduk, kapılar kırıldı. -Hatta babam o kapıyı uzun yıllar tamir ettirmedi.- Rumlar Hasan Nihat ailesinin ortada olmadığını biliyor. Bizi arıyorlar. Olduğumuz odanın kapısı açıldı, varildeki küçük delikten ışık girdi.
“‘ALLAHIM NE OLUR BU GELEN, KALBİMİN SESİNİ DUYMASIN’ DEDİM”
O sırada kalbim çok hızlı atıyordu. İçimden, ‘Allahım ne olur bu gelen, kalbimin sesini duymasın’ dediğimi hatırlıyorum. Bunu her anlattığımda tüylerim diken diken olur.
Gelen kişi biraz dolanıp kaçtı. Kısa süre sonra bir başkası geldi, o da bakınıp gitti. O ilk gelen almış bir sepet fırlatmış. Benim varilin üstü kapalı, ablamınki açık ve ablam en dibe çökmüş. Rum’un fırlattığı sepet ablamın başına vurmuş. Sonra çekip gitmiş. Bizi farketmediler.
Bir süre sonra sessizlik olunca -bunu daha sonra annem anlattı, ben hatırlamıyorum-dışarıya çıkmışım ‘şaarrr’ diye bir ses duyulmuş, annem de önündeki engeli kaldırıp bakmış, ben tişörtümü çıkarıp sıkmışım. O su sesi, ondanmış. Korkudan ve sıcaktan o kadar terlemişim.
Ara sıra sürünerek yerimizden çıkıyor mutfağa gidip su içiyor, buzlukta kalanlardan atıştırıp gene saklanıyorduk.
Akşam üstü bir gıcırtı sesi duyduk. Kerpiç evdeki yuf deliğinden baktık. Amcamın evi de yan taraftaydı. Amcam su çekerdi ve çıkan ‘gıy gıy gıy’ sesleri ondan gelirdi. Annem ‘git bak bakalım amcana’ dedi. Sürünerek duvardan geçip gittim, her yere baktım, odalarda, samanlıkta kimse yok. Kapısı kapalı olan bir odanın kapısını açtığım anda amcamı elinde baltayı havaya kaldırmış, vurmaya hazır şekilde gördüm. Korku içinde, terlemişti. Beni görünce küfredip ‘neden sen olduğunu söylemiyorsun’ diye azarladı. İyi ki kafama baltayı yemedim!
Amcamın evin arkasında harnupluk, ortada da mağaramsı bir çukur vardı. Torunuyla birlikte orada olduğu için kurtulmuşlar, sonra samanlığa geçmişler.
Anneme durumu anlatınca, onların olduğu yere gitmemizi istedi. Diğer amcamın evi de onun yanındaydı ve o sırada orada kimse yoktu. Daha iyi saklanabilmek için annem, kız kardeşim, ben, amcam, yengem ve torunları oraya geçtik.
Annemin anlattığına göre, o akşam ya da ertesi gün, babam çıkıp bizi ararmış yüksek sesle de çağırırmış. Annem ona orada olduğumuzu söylemiş ve yine herkes kendi yerine gidip saklanmış.
Yaklaşık 6 gün böyle kaldık. Dünyadan bihaber! Ses çıkarmamaya çalışırdık. Gizlice bizim evin ve amcamın evin buzdolabındakileri yiyerek ve kuyudan su içerek hayatta kaldık. Biraz da bolibif vardı.
Bu sürede silah sesleri de duyardık.”
TÜRK ASKERİ KÖYE GELİR, MANDIRALAR AÇILIR
Ağustos sıcağında korku dolu günler sürerken köyde kalan az sayıdaki kişi, mandıraların kapılarının açıldığını fark eder. Günlerdir aç kalan hayvanların yiyecek bulması için bu kapıları açanın köye gelen Türk askeri olduğunu yine Şafak Nihat tespit eder.
“Babam bana ‘Git bak bakalım Barış Gücü mü Türk askeri mi’ dedi. Gittim baktım, Türk askeri. Koşup babama haber verdim. Rahmetli babam sevinçle ‘her gördüğü askere sarılıp öptü.”
Köye gelenlerden rütbeli bir asker, köylülerin yaşadığı acıyı dinleyince ‘Burada kalamazsınız, sizi benim birliğime götüreyim’ diyerek onları Akova’daki topçu birliğine götürür. Bir gece orada kalan Nihat ailesi daha sonra yeniden köye döner.
KÖY BOMBOŞ
Döndüklerinde bomboş bir köy vardır. Muratağalı Şafak Nihat, o andan sonra neler yaşadıklarını anlatıyor:
“Köylüler nerede diye soruyoruz, yok… ‘Esirdirler herhalde’ diyoruz. BM ile iletişime geçilmiş, ‘çocuk, kadın, yaşlı esir yok’ cevabı alınmış. Bunun üzerine ‘herhalde öldürülüp gömüldüler’ düşüncesi dolaşmaya başladı. Bizden önce Atlılar’da toplu mezar bulunmuştu. Bizim köye de 8-10 kamyon dolusu Türk askeri geldi. Köyün güneyine doğru, Mağusa yoluna kadarki arazide yoğun bir arama yaptılar ama bir şey bulamadılar.”
Savaş günlerinde birçok hayvan başıboş kalınca eşekler, Muratağa’da küçük Şafak’ın da oyun aracı olmuş. Daha önce binmeyi bilmese de artık eşeğe binip, kovboyculuk oynamaya başlamış. Çoban olan amcasına yamaklık yapıyormuş.
ÇÖPLÜKTEKİ KATLİAM ÇUKURU
Şafak Nihat, amcasıyla koyunları otlatırken, Rumlarca katledilen 89 köylüsünün cesetlerinin bulunduğu katliam çukurunu rastgele fark ettiği o acı anı hiç unutamıyor:
“Koyunları hep önce ön tarafta otlatırdık. Katliam çukurunu fark ettiğim çöplük, köyün, daha önce arama yapılmayan kuzey doğusundaki bölgedeydi. O gün, amcam rastgele koyunları o tarafa yönlendirince, bana da çöplüğe gidip oynamak için fırsat doğdu. Önceden de çöplükte bulduğumuz akü parçalarıyla oynardık. Eşeğime atlayıp hemen çöplüğe gittim. Çöplükteki manzara hoş değildi! Piramit yapılar ve ağır bir koku vardı. Piramit yığıncıklarına yaklaşınca bir çocuğun çizgili pijamalı kolunu fark ettim, o zaman felaketi anladım. ‘Demek ki aradığımız köylülerin akıbeti burada’ deyip dörtnala amcama gittim. Amcam da geldi, kontrol etti ve bana ‘Koş babana haber ver’ dedi. Hemen köye gidip babama olanları anlattım. Babamla traktörle, Dörtyol’da şu anda polis karakolu olan yerdeki askeri birlik karargahına gidip durumu anlattık. Ondan sonra çukur açıldı ve köylülerin cansız bedenleri çıkarıldı.”
Küçük olduğu için katliam çukurunun açılması sırasında olay yerinde durmasına izin verilmese de Şafak Nihat, tanık olduğu her an, artık yaşamayan bedenleri tanıdı. Hepsi de arkadaşları, akrabaları, köylüleriydi. Gençlerin cesetlerinin telle sarılmış olduğunu, bazı cesetlerin kafatasında kurşun delikleri gördüğünü, saçlarından ve elbiselerinden, yakılmış olduklarını anladıklarını acıyla anlatıyor Nihat…
Şafak Nihat, defin işlemlerinde bulunmadığını ancak orada olan babasının anlattıklarına göre katliam çukurundan 89 kişinin cesedinin çıkarılıp şehitlikte topluca gömüldüğünü anlattı. Çukurdan çıkan ancak köyden biri olmadığı tespit edilen bir cesedin kimliği ise meçhul kalmış. Bunun komşu Rum köydeki dozer sahibi bir kişi olabileceği düşünülmüş.
“O GÜNDEN SONRA HAYAT DEĞİŞTİ… TRAVMAYDI”
Yaşadıkları büyük acının getirdiği travma ve o günden sonra hayatlarının nasıl değiştiği konusundaki sorular üzerine Muratağalı öğretmen Şafak Nihat, şunları söyledi:
“O günden sonra muhakkak hayatımız değişti. Büyük bir travmaydı. Biz köyde yaşamaya devam ettik ama köye 1985’lere kadar kimse gelip yerleşmedi. Köyden esir olanlar, olup biteni öğrenmişler. Esir değişimi olup da kuzeye döndüklerinde o acı üzerine köye gelemediler. Onlara Dörtyol’da ev verildi, sonra yıllar sonra tekrar köye dönenler oldu.
Eğitim hayatım olumsuz etkilendi, notlarım düştü. İlkokul sınıfımdaki tüm arkadaşlarım öldürülmüştü.”
Şafak Nihat, katliamın ardından Gazimağusa Namık Kemal Lisesi’nde ortaokul ve liseyi bitirip, Ankara Gazi Eğitim Fakültesi’nde eğitim gördü. Helen Minareliköy Şehit Mehmet Eray İlkokulu’nda öğretmenliğe devam ediyor.
“ZOR GÜNLERİ BABAMIN GÜCÜYLE ATLATTIK”
Savaş ve köylerindeki katliam sonrasında herhangi bir psikolojik destek görmediklerini belirten Şafak Nihat, o zor günleri aydın ve güçlü kişiliği yanında dindar olan babasının yardımıyla atlattıklarını söyledi.
“Babam dini felsefeyi çözümlemiş bir adamdı. Bağnaz değildi, tam bir Kıbrıs Müslümanıydı. Beş vakit namaz kılmazdı ama her cuma camiye gider, dualarını okurdu.”
“KIBRIS, İKİ TOPLUMA KÜÇÜK GELMEMELİ… GENE BARIŞ OLABİLİR”
Bu kadar acıyı yaşamış bir Muratağalı olarak Şafak Nihat’ın yaşananlara ve Kıbrıs sorununa ilişkin yorumu ise şöyle:
“Bu kadar darbe yememize rağmen ben yine de olaya iyimser bakıyorum. Bu soykırımı, bir azınlığın yaptığını görüyorum, buna inanıyorum ama bu azınlık da günü geldiğinde bütün Rum toplumunun ağzını kapatıyor ve bu azınlığın dedikleri oluyor. İş, Türk-Rum, Müslüman-Hristiyan konusuna geldiğinde, aşırı milliyetçi bu grup Rum toplumunu arkasından sürüklüyor. Kıbrıslı Rumların çoğunluğunun da bizler kadar temiz ve dürüst olduğunu biliyorum. Gene barış olabilir diye düşünüyorum memlekette… Kıbrıs adası iki topluma küçük gelmemeli.”