Ayni konuları tekrar ele alıp farklı bir tasvir ile yeni bir şey yazıyormuş gibi olmaktan sıkıldım. “Cücüğüne” bir türlü ulaşılamayan soğan soymak gibi. Yorum yorgunuyum.
Tadında bırakmak ya da uzunca bir süre ara vermek de aklımda bu aralar.
Yılın son günlerinde farklı ve gülümseten bir yazı olsun diye uzun süredir aklımda not aldıklarımla 30 yıldır yaşadığım şehir İstanbul’u yazayım diye oturdum masanın başına.
Birçok tanım, anekdot ve sıfatla tanımlamak mümkün bu şehri.
İstanbul’un trafiği: 20 yıl önce Belgrad ormanının kıyısındaki fundalıkların içindeki odun evimize taşındığımızda, soranlara “İstanbul’un sonu” dediğim Kemerburgaz’da ikamet ediyoruz demiştim. Artık İstanbul’un sonu diyemiyorum, çünkü Kemerburgaz’ın biraz ötesinde 3. Havaalanı ve 3. köprünün bağlantı yolu var. Bir de Kanal İstanbul diye bir proje var ki hayata geçerse bizim ev 10 yıla kalmaz İstanbul’un ortası olur herhalde.
Yıllarca iş ile ev arasındaki mesafenin uzun olması bir yana, trafiği yoğun toplam 80 kilometrelik bir yolu talimli maymun gibi gidip geldim.
Hani bazen trafik yoğunluğuna bakıp direksiyonu doğu yerine batıya çevirsem acaba Selanik’e, Anadolu yakasındaki işyerimden daha erken varır mıyım diye düşünmedim değil.
Trafikte devamlı bir şekilde birbirine kesik atmaya çalışan, güvenlik şeridini yol geçen hanına çeviren empati yoksunu, maksimalist sürücülere bakıp bu ülkede gerçek anlamda bir demokrasi mümkün olur mu diye de hep düşünür oldum.
Bir seferinde şeritten şeride geçen bir araba en sonunda gişeye yaklaşırken zorla önüme geçmeye hamle yaptığında camı indirip “ne kadar huysuz birisin be” diye çıkışınca, “abi doğrudur dedem Kore, babam Kıbrıs gazisidir ben de askerliğimi güneydoğuda yaptım” demez mi?
Hazırcevaplığı karşısındaki şaşkınlığımla, Kıbrıslı olduğumu söylemeden, babasının hatırına yol verip ‘’demokrasi bu ülkede nasıl kök salacak baksana trafikteki halimize’’ dediğimde de ‘’biz şeriat istiyoruz abi ona göre yol ver’’ demişti.
Trafikte bu tür bir laf atmanın sonucu çok daha vahim olabilir. Benim yaptığımı kesinlikle yapmayın. Trafikte gördüklerimle o gün çok şanslı olduğumu sonradan defalarca gördüm. Bu şehirde direksiyon sallayacaksanız İstanbul trafiğinde hem haklı hem de ölü olmayı ispatlamaya çalışmayın.
Anadolu yakasına geçiş niye ücretli? 1990 yılında İstanbul’a geldiğimde ilk dikkatimi çeken şey Avrupa’dan Anadolu yakasına geçerken köprü ücreti ödenmesi ama Anadolu’dan Avrupa yakasına geçerken ödenmemesi oldu.
Ev seçiminde yanlış karar aldığımı düşündüm!
Malum parayla girilen yerin bir değeri vardır, acaba Anadolu yakasına geçip orada mı ikamet etsem diye kendimi sorguladım.
Sonradan öğrendim, köprüler ilk açıldığında köprünün her iki yakasında da geçiş ücreti alınıyormuş. Turgut Özal bu aptallığa son verip gişe kuyruğunu teke indirmiş.
Her sabah işe gitmek için artık optik okuyucu ile tahsilat yapılan gişeden geçerken ilk geldiğimdeki tespitimi düşünüp hala daha gülümserim.
İstanbul inşaatı devam eden bir şantiye: Her akşamüzeri Anadolu’dan Avrupa yakasına geçerken karşıda hormonlu ağaç gibi budak atan gökdelen siluetinin bir gözüm yolda büyümesine tanıklık ettim. O ihanetin bir gün mahkemesi olursa İstanbul’a ihanetin de şahidiyim.
Aklıma Amerikalı Genel Müdürlerimizden birinin İstanbul için söylediği o cümle geliyor. “İstanbul şehri, inşası bitince güzel bir şehir olacak, o zaman ziyaret etmek lazım”.
Sıvasız gecekondular ve bunların yanı başında uzayıp gökyüzüne giden kendince Manhattan’a özenen dünya standardında binalar ve alışveriş merkezleri.
Bu binalara ulaşmak için trafiği hafifletmek adına yapılan yollar, tüneller, üst ve alt geçitler.
İstanbul bir yollar kentine dönüştü.
İnşaatın biteceği, “şantiyenin” de kapanacağı yok, çünkü havada buram buram rant kokusu var. Rantın olduğu yerde de kavga bitmez.
İstanbul’un görsel siluetini modern gökdelenler ve onların gölgesinde delikli peynir gibi, derme çatma sıvasız ya da rengârenk boyalı yapılar oluşturuyor.
Bu eğri büğrü yapıların hepsi de sıraya girmiş kentsel dönüşüm adı altında rantı bekliyor.
Modernlikle, geri kalmışlık arasında bu görsel ikilem yavaş seyreden trafikte kendini tüm çıplaklığıyla ön plana çıkartıp sırıtıyor.
Trafiğin yoğun olmasının sağladığı bir avantaj da trafiğe kaza yapmamak için odaklanıp bu görüntüyü gözlemlemeden ilerlemektir herhalde diyorum.
İstanbul birçok üçüncü dünya metropolü gibi enteresan bir sentez olmuş.
Batıdan bakarsan doğulu, doğudan bakarsan batılı.
Nereye nereden baktığına bağlı.
Neyi görme ve yaşama yetkinliğin ve kapasiten varsa onu görebilir ve yaşayabilirsin bu şehirde.
Toplumsal ve siyasi dokudaki tezat görüntü yumağı İstanbul’un yapılaşmasında da kendini tüm çıplaklığı ile gösteriyor.
Rant kapılarının açılmasının verdiği hırs ve arsızlıkla da onu yönetenlerin devamlı yön değiştiren dünya görüşüne benziyor İstanbul.
Buna da ‘’modern muhafazakârlık’’ deniyor.
Büyük bir pişkinlikle aslında hem modernliğe hem de muhafazakârlığa büyük haksızlık yapılmış oluyor.
İstanbul ve futbol: Hafta sonları futbol tutkusunun canlı platformu diye tanımlayabileceğimiz bir şehir diye anmak da mümkün İstanbul’u.
“İstanbul’un (eski adıyla Konstantinapol’ün) neden düştüğünü veya düşmesi gerektiğini anlamak için İstanbul’un üç büyük takımının kendi aralarındaki maçlarına gitmeniz yeterli olur” diyebilmişti diplomat geçmişi olan yabancı bir yöneticimiz.
Bu sözüyle İstanbul’un Türkler için ne kadar değerli olduğunu mu, yoksa İstanbullunun heyecanını ve tutkusunun boyutunu mu kastetmişti?
Yoksa acaba futbolu bu kadar kötü oynayıp bu kadar da çok seven bu şehirle ilgili bir ince mizah mıydı diye sonradan düşünmüşümdür. Bu yöneticimiz İrlandalı ve Sovyetler Birliği yıkılmadan önce uzun yıllar Moskova da diplomat olarak çalışmıştı. Söyledikleri içinde söylemedikleri ile de kendine münhasır nüktedan bir kişiydi.
İstanbul’da kaç İstanbullu var? Dışında olsam da içimdeki Kıbrıs özlemi ve düzenli olarak haftada bir yazdığım bu yazılarla kendime İstanbullu dedirtmemeye direnmeye devam ediyorum.
Hayatımın en büyük bölümünü bu şehirde geçirdim.
Hala daha T.C. vatandaşlığı için başvurmadım. KKTC’deki Kıbrıs Türklerinin T.C. vatandaşlığına başvurmalarını bundan dolayı anlamış değilim.
Hala daha anlaşılmaz bir yabancılık ve gelip geçicilik var bu şehir ile olan ilişkimde.
Türkiye’de yabancı olmanın tüm “ayrıcalıklarıyla” yeri geldiğinde usanmadan cebelleşiyorum.
Nadiren de olsa işime de gelmiyor değil.
Pandemi de sokakları boşlamış olan İstanbul’u görmek için arabayla sokağa çıkma yasağını “yabancı” olduğum için delebildim.
Yanıma her ihtimale karşı aldığım pasaporta beni durduran polis bakıp “kaç gün oldu geleli” diye sorunca, “30 yıllık turistim doyamıyor geziyorum” dedim.
Adanalı olduğunu söyleyen polis de askerliğini Paşaköy’de yaptım demez mi?
İstanbul’da kendini gerçek İstanbullu gibi hisseden acaba kaç kişi var diye düşünmeden edemedim.
Herkes bir yerden gelmiş ama geri gitmeyecekmiş gibi her gün oradan oraya koşuşturuyor bu şehirde.
İstanbul tüm keşmekeş ve çeşit çeşit zorluğuna rağmen bir taraftan gülümseten diğer taraftan da girişi olan ama çıkışı olmayan bir “sirk”.
Tam teşekküllü tüm muhteviyatı, eğlencesi ve dramı ile…
Parasına göre farklı mevkilerde bu sirki izlemek mümkün.