Demokrasilerde her iktidar yıpranır… Bazen kendi yanlışlarından dolayı; bazen de iktidar mensuplarının elinde olmayan nedenlerle… Yıpranan siyasal iktidarın değişmesi veya değiştirilmesi modern toplumsal yaşamın bir gereğidir. Böylece başka tür liderlikler, başka tür programlar denenmiş olur; başarılı gibi görünenler daha uzun süre yürürlükte kalır ama eninde sonunda onlar da değiştirilir.
İngiltere’de 2010 yılından bu yana beşinci başbakan, “iktidar gücünün tepe noktasında” hizmet veriyor. Tümü de Muhafazakar Parti’nin içinden çıkmıştır. Cameron, partisi seçim kazandığı halde AB’den çıkış süreci sonucunda görevinden ayrılmak zorunda kalmıştır. May de öyle… AB’den çıkışın yükselttiği Boris Johnson’ın çağın lideri olması bekleniyordu ama Covid-19 salgının yarattığı huzursuzluk sonu oldu. Yerine seçilen Liz Truss’ın ekonomi programı kabul görmedi ve başbakanlığı sadece 50 gün sürdü. Şimdi Hint asıllı bir başbakan hüküm sürüyor: Rishi Sunak… Bakalım sonu ne olacak?
İngiltere Başbakanlarının en güçlülerinden biri olarak anılan ve cenaze töreninde bile karşıt gösterilere muhatap olan Margaret Thatcher, 11 yıllık iktidarından benzer gelişmeler sonucunda ve “kendiliğinden” ayrılmıştı. İkinci Dünya Savaşı başlamadan başbakan olan Chamberlain, Hitler’i yatıştırma politikası sonuçsuz kalınca ve savaşın başlamasına engel olmayınca görevi, “kendiliğinden” Churchill’e devretmişti.
Başbakanların sonu ne olursa olsun, Büyük Britanya yoluna devam ediyor. “Yandılar, bittiler” yakıştırmalarına karşın hala daha dünyanın en önemli demokrasisi olmayı da sürdürüyor.
Bütün bu süreç, “normal bir demokraside” siyasi elemenin gerekliliğini ve toplum hayatının devamlılığı için ne kadar önemli olduğunu açıkça ortaya koyuyor.
İngiliz başbakanları, kendilerine değil İngiltere halkına “yeni bir şans” veriyorlar; sonuçta kazançlı çıkan da İngiltere yurttaşları oluyor. Dünyanın en güçlü kişilerinden biri haline gelen İngiliz Başbakanlarının hiçbirinin, “İktidar benim kaderimdir. Savaşı önleyemediysem, yönetirim; ekonomik krizi yumuşatamadıysam, derinleştiririm ama ne olursa olsun koltuğumdan kalkmam” dediği görülmüş veya duyulmuş değildir.
Anlaşılan odur ki bugünkü Türkiye Cumhurbaşkanı, “iktidarı terk etmeyi” bir zayıflık olarak görüyor. İktidar O’nun kaderiymiş gibi davranıyor. Tabii ki başkalarının kaderinin ne olduğunu da kendisi tayin etmiş; en azından belirleyici bir rol üstlenmiş oluyor. Açıkça, “Benim kaderim benim elimde; sizin kaderiniz de benim elimde” mesajı veriyor.
- Suriye’ye çökmek istedin; boyunu aşan işlere kalkıştın ve Türkiye’yi gereksiz maceralara sürükledin… Suçlusu elbette Esat’tır; sen yerinde kalacaksın!
- İran’a uygulanan ambargoyu fırsata dönüştürmek istedin; yolsuzluk kapısını açtın ve Türkiye’yi dünyaya rezil ettin. Suçlusu elbette sadece ve sadece Zarrap’tır!
- Partini parçaladın, yenilenmesine olanak bırakmadın… Bunun suçlusu da elbette “davaya” ihanet edenler, senin iktidarını “kader” olarak görmeyenlerdir!
- Hukuk devletini yok ettin; Avrupa Konseyi’nden atılma noktasına geldin. Hristiyan dünyasından zaten ne beklerdin; suçlu elbette onlardır!
- Pandemide yaşanan yetersizliklerin ve ortaya çıkan huzursuzluğun iktidarını yıpratmasını kabullenmedin. Pandemi sonrası beklenen ekonomik krizi derinleştirmeyi bile göze aldın ve kendine ait ekonomi teorileri geliştirdin. Suçlusu elbette Türkiye’ye “ekonomik saldırı” başlatan dünya devletleridir!
- Şimdi depremin sonuçları ile yüzleşiyoruz. Büyük bir deprem oldu ama yıkımın ve kayıpların bu kadar büyük olması gerekmiyordu. Hem depreme, hem de sonuçlarına hazırlıklı olmalıydık. Olmadık; olamadık. İktidarın hiçbir suçu yok mu? Yok! Bu bir “kader planı”!
Sadece 2003 de söylediklerini 20 yılda hayata geçirememiş olması bile Recep Tayyip Erdoğan’ın kamusal görevlerden affını istemesi için yeterlidir.
Ama hayır! O, Türkiye’nin kaderidir; iktidar da O’nun kaderi!
Çekeceğiz! Çekeceksiniz! Çekecekler!