Çocukluğumda en ağır hakaretlerden biri “hazır yeyci” idi… Çalışmaktan kaçan, aile bütçesine veya beslenme olanaklarına katkıda bulunmadan sofraya oturanlara “hazır yeyci” denirdi. Çocuk aklımızla olmak istemeyeceğimiz en önemli şey, “hazır yeyci” idi. Anne-babamızdan “hazır yeyci” diye laf duymaktansa ölmeyi tercih ederdik.
1974 sonrasında buna “ganimetçi” de eklendi. Ganimetçi demek, başkasının emeği ile ortaya çıkmış ürünlerin üstüne konmak demektir. “Hazıra konmak” veya “mirasyedi” gibi tanımlar da hakaret değilse bile aşağılayıcı bir ifadelerdir zaten.
Bunları “hakaret” sayısıyor ama başkalarına yararlı olacak şeyler yapmanın karşılığını alarak yaşamaya çalışmak da bize göre değil galiba… Çalışmaktan kaçınıyoruz… Bu kültür giderek derinlik ve çeşitlilik kazanıyor. Her yerde karşımıza çıkıyor.
Son günlerde mutlaka yazmam gerektiğini düşündüğüm bir konu vardı: Su sorunu…
Beşparmaklara yaslanan belediyeler kuyu açma yarışına girdiler. Lapta Belediyesi bu işin şampiyonluğunu yapmaya kalkıştı ama rekoru Çatalköy Belediyesi kırdı. Şimdi sıra Değirmenlik’te… Rekoru ele geçirmeye veya en azından egale etmeye çalışıyor.
Belediyeler, hazıra konmak için yoğun bir çaba içinde… Colombus ve Macellan rölü oynuyorlar… Jeologların zaten bildiği su kaynaklarını “keşfe” çıktılar. Aslında yapmaya çalıştıkları tam anlamı ile “hazır yeycilik”! Beşparmakların altındaki su rezervlerine ulaşacak, suyu çekip halka dağıtacak, hem politik prim hem de para kazanacaklar. Gelecek kuşaklar, ağaçlar ve böcekler de avuçlarını yalayacaklar.
Herkesin malumudur. Bu adaya düşen yağış ve yağışların yeraltına depolayabildiğimiz kısmı, adanın su ihtiyacını karşılamaya yetmiyor. Su açığımız var ve kuyu açarak su ihtiyacını karşılayabilmek için derine, daha derine inmek zorunda kalıyoruz. Gelişen teknolojinin de yardımı ile derinlerdeki suyu depolara ulaştırabiliyor; milyonlarca yılda birikmiş su kaynaklarını tüketiyoruz. Buna karşın, 600 milyon dolar kadar para harcanan bir proje ile Türkiye’de denize dökülen suyu aldıklarını ve Kıbrıs’a taşıdıklarını unutuyoruz. Su, Geçitköy’de bekliyor. Projeye göre artık kuyu açmayacak, tam tersine mevcut kuyuları bile kapatacaktık. Atıkları arıtacak ve arıtılmış suyu yeraltına verecek veya tarımda kullanacaktık. Göletlerin bakımını yapacak, biriken yağmur sularının yeraltına inerek depolarımızı güçlendirmesini sağlayacaktık.
Bütün bunların olabilmesi için su idaresini değiştirmeyi bile göze almış, projenin uygulanmasına destek verecek olan Türkiye ile bir anlaşma bile imzalamıştık.
Bu anlaşma ne oldu? Bu anlaşma olduğu yerde duruyorsa hükümet belediyelere niye kuyu açma izni veriyor?
Geçitköy’e gelen suyun bir kısmı hala daha denize akıyor mu, akmıyor mu? Geçitköy’den bölgelere su taşıyan şebeke yetersizse ve belediyeler yeterli suyu alıp dağıtamıyorsa şebekenin kapasitesinin artırılması için ne yapılıyor? Dağıtım şebekesinin kapasitesinin artırılması için bir şeyler yapılacak mı yapılmayacak mı?
Bunlar gibi onlarca soru var… Belediyeler su bulduk diye sevinçli ve müjdeli haberler yaptırırken hükümetten, hükümete bağlı Su İşleri Dairesi ile Jeoloji ve Maden Dairesi’nden ses çıkmıyor ama bolca “izin” çıkıyor. Bu memur-mühendis, basına gururla demeç vererek, “bize daha fazla para verin ki daha fazla kuyu açalım” diye konuşabiliyor.
Anladık, belediye başkanları beldelerine su temin etmek için her şeyi göze alıyorlar ama hükümet ülkenin suya ilişkin geleceğini niye bu kadar kolay harcıyor?
Yoksa ‘ganimetçilik’ bizim fıtratımızda mı var?
“Hazır yeyiciliğe” fena alıştık belki de! Belki de bizim cibilliyetimiz bozuk!
Deniz icerisine kurulacak platformlar üzerine yerlestirilecek güneş panellerinden elde edilecek enerji ile deniz suyunu, maliyet fiyatlarla tatlılaştırabilir ve kullanabiliriz . Ozellikle de su tüketiminin çok arttığı yaz aylarında.