Lefke Avrupa Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Şengül Hablemitoğlu, COVID-19 virüs salgınının yarattığı sosyal ve psikolojik sorunları Euro News için kaleme aldığı yazısında değerlendirdi. Hablemitoğlu, yazısında salgına karşı psikolojik tutumumuzu da analiz etti ve beşinci aşamada bu salgını kabullenerek hayatta kalmak için yapılması gerekenlere yoğunlaşacağımıza dikkati çekti.
“Dünyayı kuşatan Covid-19 sadece ülkemizde değil, bütün dünyada yol açtığı trajik ölümlerle hepimizi dehşet içinde bıraktı. Çaresiz hissediyoruz ve ölümle burun buruna hayatta kalmaya çalışıyoruz. Henüz İspanya’daki gibi, solunum cihazlarının yaşı ilerlemiş hastalardan çıkarılarak gençlere takıldığı aşamaya gelmedik. Ancak salgın ilerliyor. Kayıplarımız var ve her akşam elimiz yüreğimizde sağlık bakanının açıklamalarını bekliyoruz. Yakınları hastalığa yakalananlar ve kayıplar; isimsiz, kimliksiz, hiç yaşamamışlar gibi sadece birer sayı olarak anılıyorlar. Her gece yakınlarını kaybedenleri düşünüyorum. Acı çekiyorlar, belki de vedalaşma şansları bile olmadı. Varlıkları toplam kayıp sayısı içinde bir rakam. Her gün, ölenlerle birlikte bir parçamız da kopup gidiyor. Dünya hasta ve insanlık ölüyor…
Derin bir keder var ve yas tutuyoruz. Salgının neden olduğu ölümlerle birlikte öyle çok şeyin yasını tutuyoruz ki. Ölenlerin sayısının artması, ölümlerin ayrıntıları, yanısıra çözüme dair belirsizlik hem büyük bir kedere, hem de ölüm korkusuna hapsetti bizi… Sadece toplumsal açıdan değil, yaşadıklarımızın bireysel boyutlarını da görmezden gelmeyelim. Evde kal, evde hayat var kampanyaları ile bir yandan evde karantinada kalanlar için, kalamayan çok ve o ayrı bir yazının mevzusu; insanları evde tutabilmek adına ünlüsüyle ünsüzü ile sosyal medyada, televizyonlarda reklamı, gündüz kuşağı, GSM operatörü ile türlü sevimlilikler yapılırken, yakınlarını kaybedenler neler hissediyorlar hiç düşünüyor musunuz? Bir düşünün derim. Çok şey olurken hiçbir şey olmamış gibi davranılması; yakınlarını kaybedenlerin canını yakıyor. Sevdiklerimizi bu salgında kaybedebiliriz. Bu olasılık her birimiz için geçerli. Ülkemiz ve dünya devasa ölçekte bir yas evi şimdi.
Koronavirüs salgınına dair Çin’den ilk haberler gelmeye başladığında; ülkemizde görülünceye kadar salgını çok da ciddiye almadık. Hatırlayın, daha mart ayı başında kelle paça çorbası, Türk genlerini konuşma noktasında idik. Sıçrama büyük oldu, şimdi sosyal izolasyon, test kiti, ölüm sayıları ve salgının süresini konuşuyoruz. Ve yas tutuyoruz. Yaşadıklarımızın geçici olduğunu biliyor, bir yandan ne kadar süreceğini kestiremiyoruz, bir yandan da dünyanın bir yerlere doğru değiştiğini hissediyoruz. Yorumlar, yorumlar, herkes anlatıyor. Salgın bittikten sonra ne olacak? Çünkü bildiğimiz, yaşadığımız normali kaybettik. Evden çalışma başladı, çocuklar eve döndü, aile büyükleri tecrit oldu, hijyen takıntısı ayrı dert, çalışmak zorunda olanlar var, kapanan iş yerleri var, devlet ekonomik olarak halka net bir güvence veremiyor. Sevdiklerimizi ve kendi yaşamımızı kaybetme riski var. Oysa, biz kolektif kedere/yasa alışkın, aşina bir toplumuz. Travmalarımız, trajedilerle gelen ölümler bitmez bizim memlekette. Salgınla ilk kayıplarımız başlamadan daha iki hafta önce şehitlerimizin acısı vardı. Ancak, bu sefer başka, şimdi her birimiz normal yaşamlarımızı kaybettik. Nasıl da söyleniyorduk, dijital çağın zararlarına dair programlar yapıp, konferanslar veriyordu insanlar yakın zamana kadar. Şimdi sadece bağ kurduğumuz yer internet ve akıllı aletler. Endişeyi aşan bir his bu. Dışarda bize zarar verecek bir şey var ve yaklaşıyor. Ölümlerin artacağı beklentisi, bizi hem korkutuyor ve hem de üzüntümüzü artırıyor. Kafamız karmakarışık.
BU ÜZÜNTÜYÜ VE YASI YÖNETEBLİR MİYİZ?
Yönetebilmek için önce içinden geçtiğimiz bu duygusal süreci anlamak gerek. Sevdiğimiz birini kaybettiğimizde; doğrusal, birbirini takip eden değil de, daha çok döngüsel, sırayla gerçekleşmeyen beş aşamadan geçiyoruz(*). Bir yol haritası değil, ancak içinden geçtiğimiz süreçte hissettiklerimizi anlamlandırmamızı kolaylaştırabilir.
İlk Aşama; şok ve inkar. Önce şöyle dedik; “…hızla yayılan bir salgın ülkemizde de görüldü, Ben ve yakınlarım da dahil, çok sayıda insan ölebilir.” Sonra hemen, “bu virüs bizi etkilemez ya” diye geçti aklımızdan. “Daha önce Sarsdediler, Mers dediler bir şey olmadı. Bak görünmüyor, virüs diye bir şey yok zaten. Tuzlu su mikropları temizliyor. Yaşlı da değilim. Gençler ayakta atlatıyormuş. Zaten Türkiye’ye gelinceye kadar aşısını da üretirler.” Bunların hepsini tek tek duyduk, okuduk.
İkinci Aşama; öfke. “Biyolojik silahmış, ABD’nin oyunu, dış güçler hepimizi yok edecekler. Hep bu Asyalılar yüzünden. Yediler yarasaları, yılanları olacağı buydu. Evden çıkamıyoruz. Yaşlıları eve kapatmalı, hastalık yayıyorlar. Virüs kedi, köpekde de varmış. Yeterli tedbir alınmıyor, her şey gizleniyor. Neden bütün bunlar benim başıma geldi?..” Bütün bu kızgınlıkları birlikte yaşadık.
Üçüncü Aşama; pazarlık etme. “Tamam, eğer 14 gün kuralına uymuşsam, sosyal mesafem varsa, her şey çok daha iyi olacak değil mi? Yeterli tedbir alırsak, hem kendimi hem yakınlarımı koruyabilir miyim? Test de gelmiş, ilaç da. Teşhis konursa çabucak iyileşebilir miyim?..” Bu cümleleri aklından geçirmeyen ya da yakınları ile konuşurken kurmayan yoktur sanırım aramızda.
Dördüncü Aşama; üzüntü ve depresyondur. “Her gün insanlar acı çekerek ölüyorlar. Dışarı çıkarsam ben de hastalanacağım, annem babam yaşlılar ya ölürlerse. Sosyal izolasyon yüzünden, işime gidemiyorum. Ya işimi, evimi, tüm gelirimi kaybedersem. Hayatımız bir daha eskisi gibi olamayacak. Bunun ne zaman biteceğini bilmiyorum…” Süreç hızla bizi bambaşka duygular hissettiğimiz bir notaya getirmiştir artık.
Beşinci ve Son Aşama; kabullenmedir. Şöyle söylemeye başlarız; “evet, tamam bu oluyor artık. Nasıl devam edeceğimi bulmalıyım. Çalışma ve yaşama alışkanlıklarımı nasıl değiştirebilirim?” Kabullenmenin, doğal olarak bize güç kazandıran bir etkisi var. Çünkü kabullendiğimizde kontrol edebilmeye yaklaşırız. Kabulde kontrolü keşfederiz. “Ellerimi yıkayabilirim. Güvenli bir mesafede yaşayabilirim. Paramı dikkatli harcayabilirim. Alışkanlıklarımı değiştirebilirim” gibi, yeni bir düzen kurma çabasına gireriz. Buna hayata dönüş diyorum ben.
Bu pandeminin özellikle rahatsız edici yönü, açık uçlu olması. Kendimize sık sık hatırlatmamız gereken bir şey var; bu salgın bir yerde son bulacak. Doğru önlemler alınırsa ve kişisel olarak biz de doğru davranırsak kendimizi koruyabiliriz. Olup biteni görmezden gelme ve kaçma şansımız yok. Öyleyse, hayatta kalmaya dair bazı görevlerimiz var ve bunları kabullenerek, bundan sonra yaşamanın yollarını bulacağız. Yani “yeni bir normali” inşa edeceğiz. Bütün bunları bilmemize rağmen, zihnimizden ne kadar uzaklaştırmaya çalışsak da, ailemizin ve kendi hayatımızın yok olacağına dair en kötü senaryoyu sık sık düşünmekten de kendimizi alıkoyamıyorsak eğer, bu başlangıçtaki yoğun endişe değildir artık. Önemli olan buradaki dengedir. Hani deniyor ya; “evdeki kediyle, eşyalarla konuşmanızda sorun yok. Onlar sizinle konuşmaya başladıysa bir şeyler ters gidiyordur.” Çünkü buna tamamen engel olmak da çok gerçekçi olmayacaktır. Salgından önce de, zaten bazen hastalanıyor, sonrasında iyileşiyor ve hayatımıza devam ediyorduk. Sevdiğimiz herkesin ölmesi de gerekmiyor. Yani şunu söylemeye çalışıyorum; yaşadıklarımızı kabullendiğimizde yaşamımız kolaylaşıyor. Kötü senaryoyu göz ardı etmeyelim, ancak bu kötü senaryonun yaşamımızı kontrol etmesine de izin vermeyelim.
PEKİ NE YAPACAĞIZ?
Ne çok öneri var değil mi? Kitap okuyun, film izleyin. Spor yapın, meditasyon yapın. Haberleri izlemeyin. Yoga yap, amuda kalk, iyi beslen, düzenli uyu, şunu da yap, bunu da yap… Sizi bilmem ama, bana çoktan fenalık geldi. Dünya ile bağlantı hala kurabiliyorsak, şu anda hasta değilsek, başımızı sokacak bir evimiz, yiyecek yemeğimiz, bir bardak çayımız varsa ve bunlara erişebiliyorsak, gözümüz görüyor, kalbimiz çarpıyor, koku ve tat alabiliyorsak, tamamdır. Şu anda bu yazıyı okuyanların şöyle söylenmeye başladığını görür gibiyim. “Bana annemi arayınca 20 saniye Hülya Avşar’ı dinleten operatörün parasını bunlarla mı ödeyeceğim?” Ben de diyorum ki; “şu anda önceliğimiz sağ kalmak.” Belli ki, en büyük kozumuz da bu(!). Bunu da kullanmama lüksümüz yok.
Tüm bunları okuyan ve umutsuzluğa boğulmuş, acı çeken birine bunlar nasıl söylenir diye düşünebilirsiniz tabii?
Dilerim ukalalık olarak görülmez; bütün bu yaşadıklarımızdan bir anlam yaratacağımıza inanıyorum ben. Travmatik yas süreçlerinin altıncı aşamasıdır anlam yaratmak. Yaşamın en karanlık anını aydınlatır, anlam bulmak. Ayrıca denemeye de değer. Çünkü yaşama isteği ölümden daha güçlü. Hayatta kalma isteğimize kulak vermek yetmeli bunun için. Biz hayatın kurbanları değiliz, hayatın ta kendisiyiz. Yaşamayı istemekten güzel ne olabilir? Bir trajediden sonra hayatta kalmak, kabul etmekten fazlasıdır. Ancak, basittir. Sadece, üzülsek de, acıyla da olsa devam etmektir. Devam ettikçe acı zayıflar. Bize eşlik eden bir parçamız haline gelir. Umutsuzluğa ve çaresizliğe alışmak, bizi önce hasta edecek, sonra da öldürecektir zaten. Alışmayacağız, bunca kederin içinde hayatın anlamını kaybetmeyeceğiz. Dronların hayat kurtardığı, robotların, yapay zekanın insanın yerini aldığı bu çağda, “bunu da görmek varmış” diyerek, bu felaketten sağ çıkacağız…”
(*) Elisabeth Kübler-Ross, (1997). Ölüm ve Ölmek Üzerine. (Çeviren: M.B. Büyükkal). Boyner Yayınları,