2016 yılında, Güneydoğu Anadolu’da Cizre ve Nusaybin gibi bazı ilçe merkezlerini kapsayan tüneller ortaya çıkarıldığını hatırlıyor musunuz? Bu tüneller, Suriye’deki iç savaşın yarattığı boşlukları da kullanan terör örgütü PKK tarafından Türkiye ile Suriye arasında geçiş yapmak, saklanmak, silah ve mühimmat depolamak amacıyla kazılmıştı.
Türkiye bu tünellerden kurtulmak için büyük bedeller ödedi. Bu kentler önce boşaltıldı, sonra teröristlerin sığınak olarak kullandıkları düşünülen konutlar hedef alınarak şehirler bombalandı; insanlar göçe zorlandı.
Eskiden “siperler” ve bunlar arasında “irtibat hendekleri” vardı. Artık tüneller var galiba. “Tünel savaşı” artık savaş literatürüne girmek zorundadır. Ezici askeri üstünlüğe ve uzaktan yoğun ateş kapasitesine sahip ordularla başa çıkabilmek için tünel kazmak, bu tüneller aracılığı yer değiştirmek, saldırmak veya saklanmak; yoğun ateşten korunmak gerekiyor. 2016 yılında Güneydoğu Anadolu’da PKK’nın kullandığı bu yöntemi, Hamas da Gazze’de kullanıyor. İsrail baskınının bütün ayrıntıları ortaya çıkmamış olsa bile hem bu baskında hem de İsrail’in Gazze’yi işgal operasyonunda Hamas’ın en büyük gücünü bu tüneller ve bu tünellerde imal edip koruduğu füzeler oluşturuyor.
Gazze’ye girmeye hazırlanan İsrail ordusu zorluğun farkındadır. Gazze sınırına görülmemiş ölçüde asker yığdı; sivillerin bölgeyi boşaltmasını istiyor ve bekliyor. Kendi gücünün yetmeyeceğini düşünüyor olmalı ki Amerikan ordusunu yardıma çağırdı. İki uçak gemisi Gazze operasyonuna destek verecek. Amerika, Gazze’den atılacak füzeleri takip ve imha ederken Hizbullah’ın Lübnan’dan yönelteceği saldırıları da etkisiz hale getirecek ve İsrail ordusunun Gazze’yi Hamas’tan temizlemeye odaklanması fırsatını yaratacak.
Olayı bu şekilde değerlendirdiğiniz zaman, Gazze’de yaşayan sivil halkı korumanın en etkili yolunun Hamas’ı oradan çıkarmak olduğunu kolaylıkla anlayabilirsiniz ama kimse de İsrail’e, “gel bu işi birlikte yapalım” demiyor; diyemiyor. İslam dünyasından yapılan açıklama ve değerlendirmelerde Müslüman devlet adamlarının Hamas’ın Gazze’deki saldırı hazırlıklarına itiraz etmedikleri görülüyor. Hamas’a dokunulmasın, tünellerde yaşasın ve güçlensin; kendini hazır hissettiği zamanlarda İsrail’e saldırabilsin istiyorlar herhalde. Gerekçeleri de vardır: “İsrail, Filistin’de Arap halkının yaşadığı toprakları işgal altında tutuyor ve işgale karşı savaşmak haktır, kutsaldır!”
Sorun buna indirgenirse, böyle bir savaşta her türlü yöntemi kullanmak zaten mubah sayılacaktır. Bunu bir “din savaşı” olarak algılamak ve algılatmak da kolaylaşmış olacaktır. “İnsan hakları çiğneniyor” veya “çocuklar ölüyor” diye feveran etmek de boşa gidecektir. İnsan hakları kriterlerine hiçbir koşulda uyum sağlayamamış olanların sıkıştıkları zamanlarda insan haklarından söz etmelerinin veya batının iki yüzlülüğünü vurgulamalarının hiçbir faydası olmayacaktır.
1948 tarihli BM kararı, Filistin’de biri Arap, diğeri Yahudi devleti olmak üzere iki ayrı devlet kurulmasını öngörmüştü. Araplar bunu kabul etmedi; bir devlet kurup yaşatmak ve güçlendirmek için uğraşmadılar. Yahudiler İsrail devletini yarattılar. 1948 kararı şimdi uygulanmak istense ve Arap devletinde Hamas çizgisi hâkim olsa bu kanlı çatışmalar hiç bitmeyecek demektir.
Bütün bu çatışmaların tek bir çözümü vardır: İnsan haklarının küresel bir değer haline gelmesi ve bütün devletlerin buna uygun olarak yeniden yapılanması. Devletlerin küçülmesi; değerlerin yükselmesi! Ulusal veya din esasına dayalı devletler bunu başaramazlar. Dünyada yeni bir şey olacaksa, bu değerleri koruyan güçlü bir ordu kurmak olacaktır.
Anladığım kadarıyla Müslüman liderlerin buna aldırdıkları yoktur. Onlar kendilerinden olmayanları “şeytan” olarak görüyorlar; Müslüman veya Hristiyan olduklarına bakmadan infaz ediyorlar. Eğer iş, Gazze’deki insanların haklarını savunmaya kalmışsa, İsrail’deki insan hakları savunucuları bunu hepimizden daha büyük bir cesaretle yapıyorlar zaten.
Sorun, kimi “terörist” kimi “özgürlük savaşçısı” olarak gördüğümüze geldi dayandı. Herkes kendi “teröristi” ile savaşırken en gaddarca yöntemleri kullanacak ve kendi “özgürlük savaşçısını” her türlü yardımla destekleyecekse insan haklarından veya savaş hukukundan söz etmek de zaten mümkün olamayacak. Belki de bizi, insani değerlerin önemini kavramamıza yarayacak çok ama çok büyük bir savaş beklemektedir.