Bir düğün töreninde gençlik yıllarımdan beri tanıdığım bir arkadaşıma rastladım. İstanbul’da eğitim almış KÖGEF militanlarından biriydi. Arkadaşlarının çoğu müdür ve müsteşar olduktan sonra emekliye ayrılmışlardı. Aralarında başbakan ve bakan olanlar bile vardır zaten. Onların keyifleri yerindeydi ama kendisi milletvekili seçilmemiş, müdür olmamıştı. Arkadaşları iktidar olanaklarını kendileri için kullanırken eski dostlarını unutmuşlardı! Kendinizi zorlamayın, tanınmış bir kişi değildir ve kim olduğunu keşfedebileceğinizi sanmıyorum! Oldukça öfkeliydi; ara seçimde sandığa gidip oy kullanmadığını anlattı.
Tam bir gün sonra, markette, CTP’li eski bakanlardan birine rastladım. Beni tanımazlıktan geldi; ben de seslenmek ihtiyacını hissetmedim… Markette dönüp durdukça aklıma bu gençlik arkadaşımın öfkesi geldi, onun söyledikleri ile meşgul olmayı tercih ettim. Gençlik yıllarımızı “toplumsal çıkarlar için mücadele” ederek geçirmiştik. Belki de gerçek amacımız, 70 yaşına geldiğimizde markette rahatça alış-veriş yapabilmekti ama bunu kendimize bile itiraf edemedik. Son zamanlarda, siyasetin kamusal çıkarları paylaşmanın aracı haline geldiğini yazıp durmaktayım. Belki de bütün mesele, daha baştan beri buydu!
Ünlü bir sosyal bilimci olan Emmanuel Wallerstein, 1999 yılında yayınladığı Bildiğimiz Dünyanın Sonu isimli kitabında, “İktidarı ele geçirmiş hareketler demek, iktidarı ele geçirmiş kadrolar demektir. Kadrolar da insanlardan oluşur. Onlar da herkes gibi iyi bir hayat yaşamak isterler ve ona ulaşma konusunda çoğunlukla halk kitlelerinden daha sabırsızdırlar. Sonuçta hele bir de katharsis (arınma) anının parıltısı sönmeye yüz tutunca, yozlaşma, kendini beğenmişlik ve dediğim dedikçilik neredeyse kaçınılmaz olmuştur” diye yazmıştı. Wallerstein, sol grupların iktidara gelince nasıl değişime uğradıklarını anlatıyordu. 2003 veya 2004 yılında kitabı okuduğumda benim aklıma Nikaragua’daki Sandinista hareketi gelmiş; bunun için Yenidüzen’de bir de köşe yazısı bile yazmıştım. CTP’li pek çok arkadaş da ilgi göstermiş ve kitabı edinmek istemişti.
Ara seçim değerlendirmelerinde üzerinde durmuştum: KKTC’de seçimler, kamusal olanaklardan pay talep etmenin bir aracı haline dönüştü. Sandığa gitmeyen arkadaşım sadece kırgınlığı ifade etmekle kalmıyor bu tezi de kanıtlıyor, değil mi?
İktidara gelen “hareket” liderleri, kimini destekledi, kimini desteklemedi. Kimi 70 yaşında rahatça alış-veriş yapabilme olanağına kavuştu; kimi görmezlikten gelinmenin öfkesini biriktirdi. Kıbrıs Türk sol hareketinin kadroları da, “herkes” veya diğer hareketlerin kadroları gibi, adaletli kamusal bir düzen yaratmak yerine düzenin sunduğu olanakları paylaşmak, paylaşırken de büyük payı kapmak derdine düştü.
Wallerstein yazdı, biz de okuduk ama hiç de üstümüze alınmadık. Biz de öyle miyiz diye tartışmadık; sosyal bilimcinin saptamalarına aldırmadık! Öyle olmamak için herhangi bir çaba harcamadık.
Geçmiş oradadır; bir yere gitmiyor, gidemiyor! Bari geleceği kurtaralım!
Geldiğimiz aşamada, markette rahatça alış-veriş yapabilmenin keyfini yaşar veya kamusal olanaklardan yeterince pay alamamış olmanın öfkesini taşırken, kamusal olarak verilmesi gereken eğitim, sağlık ve alt yapı gibi hizmetlerden yararlanamayan kitlelerin ezilmeye devam etmesini umursamamaya başladık. Bu umursamazlığı, kimi zaman “toplumsal mücadele”; kimi zaman “Kıbrıs sorununa çözüm”; çoğu zaman da “Türkiye bırakmaz” söylemleri ile gizlemeyi de marifet sayıyoruz! Gerçekten de “bütün marifetimiz” bu mu?