Siyasi ve ekonomik gelişmeler karşısında Avrupa ve ABD’ye ayrı ayrı veya bir bütün olarak ‘Batı’ diye atıfta bulunuruz. Dış siyaset konularında halk arasında gönderme yapılan ‘Batının çıkarlarındaki’ ‘Batı’ kelimesi iç siyasette artık olağan geldiği anlamda bencil ve olumsuzluğun ifadesidir. Bizi, mağdur efe konumuna kestirmeden oturtur.
Ama dönüp bir şeyi övmek istersek de yine ‘Batıya’ atıfta bulunarak ifade ederiz. Birçoğumuz Avrupalı, Amerikalı olan her şeyin güzel olduğunu, güzel olan her şeyin de iyi olduğunu düşünürüz. Bundan dolayı eli yüzü düzgün insanlarımıza ‘Avrupai bir çehresi var’, iyi oynayan futbolcularımıza da ‘Avrupai oynuyor’ deriz.
Türk insanının batı ile doğu arasındaki ikilemidir bu duygusal dalgalanma. Bizi bilinçaltında batıyı memnun etmek isteyen tutumlar içerisine meyilli olmaya zorlar.
***
Gelelim girişteki gözlemi gerçek hayata yansıtan, batının yarattığı çekim gücüyle nasıl iş yaptırdığını anlatan yaşanmış hikayemize.
Şirketin birinde, çalışanlar tarafından kurumun işine yarayacak bir ‘kaynak’ tespit ediliyor.
Lokasyon ve sektör anlaşılmasın diye ‘kaynak’ ifadesini özellikle kullanıyorum. ‘Kaynağın’ ne olduğu önemli değil, bu bir maden ya da otel yapılacak bir arazi bile olabilir.
‘Kaynak’ firma için önemli ama.
Şirketin bölgedeki tesislerinde çalışan orta kademe yöneticiler, kendi inisiyatifleriyle, ayni sosyo-ekonomik gelir grubunda olan işçileri bu köye Cuma namazı için servis organize ederek göndermeye başlıyor. Zorlama kesinlikle yok.
İçinde hatırı sayılır sayıda ‘Anglosakson’ olan orta ve üst yönetimin bu yeni organizasyondan haberi yok ama ‘kaynak’ arayışının stratejik hedefler arasında olduğu orta kademe yöneticiler tarafından biliniyor.
Bu arada şirketteki yönetim kadrosunun şirketin büyüme hedeflerini tuttuğu ve aştığı durumda dünyanın çeşitli yerlerindeki diğer operasyonlarında olduğu gibi yıl sonunda ek gelir elde etme imkanları var. Dolayısıyla böyle bir kaynağın elde edilmesinin üst yönetimi ve yurtdışındaki merkezi de son derece memnun edeceği de biliniyor.
Cuma namazına, zaten kendi istekleriyle yönetimin bilgisinde ama onayına ihtiyaç duymadan giden işçiler, kaynağın olduğu bu köydeki camiye gitmeye başlıyor. Köydeki imam da, köy halkı da bundan memnun bir şekilde ibadetlerini birlikte yapıyor.
Daha sonraki haftalarda Cuma namazından sonra yenmek üzere cemaatin sayısına uygun olarak pide ve lahmacun da götürülüyor. Bu da Anadolu’da zaman zaman kışın Cuma namazından sonra yapılan genel kabul görmüş bir adet olduğunun tespiti sonucunda işçiler tarafından şeflerine öneriliyor. İyi mi?
Daha sonra işçilerin amiri konumundaki şef, köydeki bu kaynağı köy halkının ihtiyacını karşılayacak şekilde şirket için kullanmayı konuşmak için muhtardan ve ihtiyar heyetinden imam aracılığı ile randevu talep ediyor. Bunu da başarıyor.
Muhtar da hem köyün kaybının olmayacak olmasından ve maddi bir kazanım olacağından kabul ediyor ve köy halkının buna problem çıkarmaması için gerekli söylemi yapıyor.
Köy halkı arasında bölünme yaşanıyor ama karar yürürlüğe sokuluyor, çalışmalar tartışmalara rağmen başlıyor.
Cuma namazına giden işçilerin köydeki birçok kişi gibi olmalarının firma yabancı sermayeli olsa da bu kararın alınmasında ne derece etkili olduğu düşünmeye değer.
Batı kültürü dediğiniz şeyin bir boyutu da sizi ileriye yönelik planlama yapmaya, fırsatları kollamaya şartlandırması. Bunu yaparken elinizdeki tüm unsurları ve kaynakları kullanmayı ve yeri geldiğinde talep etmeyi öğretiyor.
Bu hikâyede olduğu gibi yerine göre farkında olmadan kraldan kralcı da yapıyor.
Şimdi sormak lazım, bu hikâyede kim kötü niyetli ve kim ne zarar gördü?
Bu konuyu alıp ‘sömürülüyoruz’ diye de işleyebilirsiniz. Bu konuyu ele alıp atıl duran bir kaynağın bulunduğu bölgedeki halkın da refah düzeyini artırmak için kullanılması için yapılan iş birliği diye de lanse edebilirsiniz.
Düşündüm de bu hikâyede, siyasette karşılaştığımız birçok gelişme dahil hayatın ta kendisinin gizemli bir kesiti saklı. Gizemli çünkü siyasi görüşü ne olursa olsun bazı işlevleri kim sırıtmadan yerine getirebilecekse onunla işbirliği yapılması esas oluyor.
‘Batı’ dediğimiz şeyin çoğu zaman esas maharetinin ‘düğmeye basarak’ toplum içerisindeki siyasi ve ekonomik bağlantıları devreye sokarak yönlendirme yapmasında değil, ta eğitim sisteminden ve kültüründen başlayarak kendi görünmeyen ordusuna işlev bazında süvari yazabilmesinde olduğunu düşündüm. İleriye yönelik planlama yapmaya, fırsatları kollamaya şartlandırmasında.Bunu yaparken elinizdeki tüm unsurları ve kaynakları kullanmayı ve yeri geldiğinde talep etmeyi öğretmesinde.
Hem de sen farkında olmadan ve karşı çıktığını sansan da yeri ve günü geldiğinde seni hem süvari hem de kendinden bile fazla kralcı yapabilmesinde.
Gördüm; yaşadım; biliyorum!