Yıl 1988.
Aylardan Temmuz. Hatta 21 Temmuz Perşembe.
Yer Atlanta, Georgia. CNN merkez binasının hemen yanındaki ‘’Omni’’ Kongre salonu.
Demokrat Partinin Başkan adayının resmi olarak açıklanacağı ve konuşma yapacağı 3 günlük kongrenin son günü.
Hatırlatmak için söyleyeyim o gün, Demokrat Partinin Başkan adayı Massachusetts Eyaleti Valisi Yunan asıllı Michael Dukakis’in resmi olarak adaylığının kongrede onaylanacağı gün.
O dönemde üniversiteden daha yeni mezun olup Atlanta’da çalıştığım için ABD’de tanıdığım Rumların aracılığıyla ben de bu kongreyi izleme fırsatı bulmuştum.
Kendilerinden biri olarak gördükleri Dukakis aracılığıyla siyasette Rum-Yunan lobisinin geldiği noktayı bir Kıbrıslı Türk’e göstermek istemiş olmalarından faydalandım ve iyi bir yerden giriş kartı almış oldum. Bu yazının konusu değil ama bu vesileyle bir gün öncesinde de ayrı bir otel salonunda 20 Temmuz’u o gün Senatör olan Joe Biden’ın da aralarında olduğu ABD’li siyasetçilerin katılımıyla nasıl andıklarına şahit oldum.
Televizyondan izleme fırsatı bulduysanız bizim alışık olduğumuz kongrelerden ziyade festival kıvamında geçiyor Amerika’daki parti kongreleri.
Parti içi tartışmanın ve rekabetin öncesinde yapılan ve bir yıla yakın süren yerel kongrelerde son bulduğu için dört yılda bir yapılan kongre bir nevi konsolidasyonun yapıldığı ve partinin programlarının çeşitli kişiler tarafından vitrine çıkarıldığı bir süreç. Konuşmacılar, ya seçim kazanılırsa kabinede yer alacak olanlardır, ya da partinin gelecek vaat eden senatörleri, valileri ve ilerideki başkan aday adaylarıdır.
Lafı uzatmayalım.
O kongrede sırası gelip kürsüde konuşan bir kişi o kadar heyecan vermekten uzaktı ki, büyük bir çoğunluk sıkılmaya başladı. Başka ne zaman bu fırsatı yakalarım düşüncesinde o ana kadar her konuşulanı dikkatle dinlemeye ve not almaya çalışsam da, ben de sıkılmış ve etrafı seyreder duruma geçmiştim ki…
Kürsüdeki konuşmacı ‘’konuşmama son verirken’’ dedi ve birden salondan büyük bir alkış koptu.
Bu spontane yaşanan durum karşısında hem konuşmacının hem de salonda bulunanların karşılıklı gülüşmesinin ardından son sözlerini de söyleyip konuşmacı kürsüden indi. Bütün bu yaşananlar televizyonların canlı yayında olduğu sırada gerçekleşti.
Ortaya çıkan durum bırakın podyumdaki siyasetçiyi sıradan sunum yapan herhangi biri için bile çok zor bir durum.
Ama aynı siyasetçi bir hafta sonra Amerika’da gece yayınlanan ve tüm ülkede en çok izlenen ‘talk show’ programına katıldı. O görüntüler stüdyodaki seyircilerle tekrar izlenip yorumlandı. Ama televizyon programında farklı bir şey daha yaşandı. Salon konuşmasında herkesi sıkıntıdan bayıltan bu kişi ne kadar iyi saksafon çaldığını programın daimi müzik grubuyla birlikte bir şarkıyı canlı icra ederek gösterdi. Geriye dönüp bakıldığında bu kişi için o program sıradan bir performansın ötesine geçti. Dönüm noktası oldu.
Aynı kişi, 4 yıl sonra, Beyaz Saray’daki 12 yıllık Cumhuriyetçi Parti iktidarına son vererek Amerika’nın en genç başkanlarından biri olarak seçildi. Bu kişi sonrasında bir kez daha seçim kazanıp sekiz yıl Başkanlık yapan Bill Clinton’du.
Niye mi bunu yazdım.
Bugün heyecanını yitirmiş olsa da UBP’nin kurultayı var ya.
Her kurultay konusu gündeme geldiğinde bugüne kadar izleme fırsatı bulduğum tek kurultayda şahidi olduğum bu anekdot aklıma gelir.
UBP’nin kongresi dolayısıyla içine düştüğü anlatılmaz, ada dışından birine anlatsan anlaşılmaz duruma bakıp, yüzümde gülümsemeyle acaba dedim Ersan, saksafon çalabilir mi? Hatta ona bu performansında Faiz ve Hasan da eşlik eder mi?
Hatta bir adım ileriye gidip yedi düvele nam salmış esas maestronun katkı ve izniyle Cumhurbaşkanımız Ersin Tatar’da da yer alır mı böyle bir aktivitede?
Hadi saksafonu bırakalım.
O alafranga olur.
Bunlar yaptıkları ile tam alaturka bir zihniyet ile siyaset yapmaya meyil ettiler.
Onun için saksafon yerine zurna da olur!
Etraflarında partiyi içine düşürdükleri durumu kurtarabilmek için yaratıcı fikir olarak “saksafon ya da zurna çalma” fikrini söyleyecek kalitede birileri var mı diye düşünmeden edemedim.
UBP’yi getirdikleri noktada Ersan Saner’den başlayarak ülkeyi yönetebilmek için işe öncelikli olarak “saksafon ya da zurna çalmakla” başlamaktan başka çareleri yok gibi.
Bugünkü kurultaydan lider çıkmayacağı kesin; çıksa çıksa yine Amerikalıların deyimi ile “topal ördek” çıkar.
Türkiye’deki iktidarın ve adadaki temsilcilerinin de istediği budur. Haklarını yememek lazım bunun olması için de sınır tanımdan ne gerekiyorsa hem söylediler hem de yaptılar. Yapmaya da devam edecekler. Alışmak kudurmaktan beterdir diye boşuna dememişler.
20 Aralık 2020, Kıbrıs Türkünün desteklersin ya da desteklemezsin sahip olduğu büyük bir kurumun daha “ufalanma ve küçük düşürüldüğü” gün olarak tarihe geçecektir.
Kim ne derse desin ne kadar normalmiş gibi göstermek için kıvırırsa kıvırsın bu kongre ada üzerindeki mücadele tarihimize kapkara bir leke olarak geçen kongre diye anılacaktır. UBP’nin o mücadelenin içinde yer alanların büyük bir bölümünün siyasi yönelimi ile kurulmuş bir parti olması da manidardır.
Olmayacak, olmaması gereken müdahaleleri başaranlar ve buna alet olanlar ayni tutku, enerji ve sınır tanımayan iş bitiriciliği topluma değer katacak konuların çözümünde gösterseler de kimse “zurna çalmak” durumunda kalmasa!
Not: Saksafon veya zurna çalmayı, çerçevenin dışından konuya yaklaşıp yaratıcı bir şekilde özür dilemek, kendini bulmak, konunun özüne dönmek adına onay almak için yapılan sembolik bir aktivite olarak düşünün. Yanlış anlaşılma olmasın. Bu aralar en son görmek ve duymak istediğimiz zurnanın sesidir. Aman ha!