Mart ayının başıydı, İstanbul’un kırsalı diyeceğimiz bir semtinde köşe başında araba bagajında içi su dolu plastik şeffaf kutuların içinde enginar satıldığını gördüm.
“Burada enginar pek yetişmez, Ege’de de daha mevsimi değil enginarı nereden buldun, yoksa bunlar da mı karpuz gibi İran ve Ürdün’den geliyor” diye sordum.
“Yok bunlar Kıbrıs’ın” dedi. Daha ben şaşkınlığımı atlatmamışken “orada senede birden fazla mahsul alınabiliyormuş” diye de ekledi satıcı amca.
Tam da nadasa yatmış bu yazı yazma hastalığından kurtulmaya çalışırken köşe başında Kıbrıs’ın enginarı karşıma çıktı!
İyi mi?
Evrenin yazmaya devam et diye çağırısı mı bu, diye düşünerek not ettim.
İlacı ikame edecek nitelikte bir sebze olduğu için olacak enginar ayıklanmış ve adet ile satılıyor buralarda. Kıbrıs’ta da öyle mi satılıyordu emin olmadım.
Benim çocukluğumdan bakiye kalan enginar bitkisini buralarda pek de gördüğümü hatırlamıyorum. Hani kapının önüne oturup elmalı şeker gibi bütün bitkiyi elimize alıp ucu dikenli yapraklarını tek tek ayırarak yeme şeklini bilen yok. Yaprağın alt ucundaki enginarın mamasını ağzınla sıyırıp çiğ yedikten sonra ağzının içinin kararması da doğal olarak bilinmiyor. Neyse konumuz bu değil ama düşününce Kıbrıs’ta enginar ile nasıl da iç içe olduğumuzu ve karşıma İstanbul’da çıkmasına aslında şaşırmam gerektiğini düşündüm.
Göreceli olarak pahalı bir sebze enginar. Kıbrıs’ta da öyle midir; onu da hatırlamıyorum.
Enginarın tanesi için 7 TL dedi satıcı.
Kıbrıs Türkü olduğumu ve senede 2 defa mahsul alınabildiğini bu vesileyle sizden öğrendim deyince olacak emekli öğretmen olduğunu öğrendiğim satıcı 4 tanesini 25 TL’ye verdi. Tedarik zincirindeki emeği ve enginarın geldiği mesafe, geçtiği paralı yolları ve köprüleri düşününce az bile dedim.
Eve dönüş yolunda aklıma deli fikirler geldi.
KKTC, salgın sonrasında nasıl bir ekonomik yönelim benimsemeli, turizm işe yaramadı, bundan sonra ne yapmalı diye derin düşüncelere girenler varmış diye haberler geliyor.
Bu yönelimlerden bir tanesi göreceli olarak katma değeri yüksek tarım ürünleri olabilir. Hele bir de adanın kuzeyini organik üretime dönüştürebilsek.
Lafı uzatmayım.
Köşe başında karşıma çıkan enginarı senede iki defa mahsul verecek iklim koşullarına sahip olmamızdan hareketle proje diye ele alıp organize şekilde üretecek ve pazarlayacak bir adım atılamaz mı diye düşündüm. Öyle köşe başlarında değil. Zincir mağazalarda Kıbrıs enginarı diye adını da ön plana çıkartarak.
Bir tane minik bir konu başlığı bu.
Bunu kendine dert edinecek kişiler siyaset, bürokrasi ve özel sektörde var mı?
Yoksa bu konu da kim uğraşacak bununla konu başlıklarının altına eklenecek bir başlık mı? Hani şu “çok fasariyası var” diye yapmak için değil de yapmamak için sebep arayıp bulup oluşturduğumuz liste.
Hadi bir adım daha ileriye gidelim.
Enginar değil ama Kıbrıs’a özgü tadı ve kalitesiyle benim kendi çevremde bile konu olan patates, verigo üzüm, mandalina ve şu an aklıma ilk anda gelmeyen tüketici memnuniyeti üst seviyede olan tarım ürünlerimizi münhasır olarak Kıbrıs ürünleri diye ayrı bir bölümde büyük zincir mağazalarda pazarlamayı düşünmek çok mu uçuk bir fikirdir?
Hadi daha da ileriye gidelim. Kıbrıs patatesini Türkiye’deki Burger King veya Mc Donald’sa uzun vadeli anlaşmalarla pazarlayamaz mıyız? Bu bağlantıyı kurmak mümkün değil mi? Hiç denedik mi? Bu iki kurumun en tepe yönetiminde iki Kıbrıs aşığı insan olduğunu bilen var mı? Hani adım atsak bize koşmaya hazır insanlar kategorisinden.
Çok kolay olabileceğinden korktunuz mu? Hadi o zaman atın bir adım be kardeşim. Ne kaybedersiniz?
Zincir süpermarketlerin aralarındaki rekabetin fiyat ile birlikte farklı ürünleri sunmak ile fark yaratma ve mağaza içinde trafik yaratma üzerine kurulu olduğunu birinci elden gördüm, yaşadım.
Bu konuda hepimizin adını bildiği bu firmalar ile üst seviyede bu kapsamda konuşulsa bu hem ekonomi hem de KKTC’nin tanıtılması açısından da faydası olmaz mı? Üretmeyen tembel toplum damgasını Türk kamuoyu önünde ucuza mal etmiş olmak adına bunun doğru olmadığını göstermek adına da güzel ve siyaset üstü bir cevap olmaz mı?
Tüm bunları sıralamışken narenciye ile ilgili de bir ekleme yapayım. Bizdeki tatlı portakal Türkiye pazarındaki meşrubat firmalarının en büyüklerine, Florida ya da Latin Amerika’dan geliyor. Türkiye’deki portakalın tadı ekşi olduğu için bu “Valensiya” diye tabir ettiğimiz tatlı portakal ile karıştırılıyor. Bir düşünsenize dünyanın öbür ucundan geliyor Türkiye’ye. Halbuki kalitesi ve tadıyla Kıbrıs’ta bu ürün var. Ayni mantık ile Türkiye’deki meşrubat firmalarının biriyle münhasıran anlaşılıp Kıbrıs portakal veya mandalinası adını da markanın yanına taşıyarak bir bağlantı kurulması mümkün değil mi? “Bodrum mandalinası” olur da Kıbrıs’ınki niye olmasın? Tanıtım ise al sana tanıtımın daniskası. Rum da “har har” etsin dursun.
Diyeceğim odur ki tekrar ekonominin çarklarını çevirmek için elbette paraya ihtiyaç vardır ama esas olarak devlet yönetiminde kendine bu sıraladığımız konuları dert edinecek insana ihtiyacımız vardır. Fikir üretecek ve bunları takip edip olup olmayacağını ortaya çıkaracak.
Türkiye devleti yetkililerini de bu tür fikirlere katkı yapmaya davet edecek, kapı açtırtacak ve onları bu tür konularla yoracak insanlar. En fazla ihtiyacımız olan şey bu bence.
Var mı böyle insanlar?
Balık baştan kokar. Siyasette ve atanmış bürokraside bunları dert edinecek insan yoksa artık siyaset oyunu ile ne uğraşın ne de bu toplumu uğraştırın. Boşa giden emeğe yazıktır. İlim ve bilim dışı davranış ve yaklaşımlarınızla meşgul olmayın ve meşgul etmeyin.
Artık siyaseti dönüştürmüş olduğunuz anahtarı kim teslim edecek yarışına son verin.
Yapamıyorsunuz işte. Bilmeyen yapamaz. Bu kadar basit.
Belki siyaset öncesi hayatınızda yapmayı bildiğiniz işiniz vardır. Ama politika üretmeyi, plan yapmayı, yaratıcı fikirlerle toplumun sorunları çözmeyi başaramıyorsunuz. Politikacı değil siyasetçisiniz.
Kapıyı çekip arkanızı dönüp çıkın ama en azından kapıyı kındırık bırakın.
Er ya da geç birileri gelip bunu farklı bir yaklaşım ile öyle ya da böyle yoluna koyacak. Yapacaktır. Bunu siz uzattıkça umutsuzluk kaynağı olmaktan başka bir işe yaramıyorsunuz.
Hiçbir şey sonsuza kadar böyle gitmez.
Köşe başında karşıma çıkan bir Kıbrıs enginarının yazdırdıklarına şaşırdım kaldım.
Ne demişler “şaş ki aşasın”.
Hoş benim şaşırmam işe yaramıyor.
Şaşırması gerekenler şaşırmıyor!