Türkiye Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, bize “abuk-sabuk” gelen açıklamalar yapıyor. Bu arada Türkiye’deki siyasi iktidar, bize “abuk-sabuk” görünen, hatta yasal olarak suç oluşturan davranışlar sergileyen bazı kişileri ödüllendiriyor, onları kamu yönetimi içinde yükseltiyor.
Erbaş, “salavat getirmeyi” bilmeyen gençlerin vebalinin anne-babalarının ve öğretmenlerin üzerinde olduğunu söylüyor. Vebal, biliyorsunuz, bedel demektir. Gençler “salavat getirmeyi” bilmiyorsa bedelini siz ödeyeceksiniz demek istiyor. Sordum ve öğrendim! İslam dininde “salavat getirmek” diye bir yükümlülük yoktur; getirmemek günah değildir. Günah olmayan şeyin vebali de olmaz. Erbaş korku salmaya çalışıyor; cehennem korkusu!
Erbaş’ın bunun gibi onlarca teşebbüsü var. Son olarak “günaydın” demek yerine bazı Arapça kelimeler mırıldanmamızı telkin etti. Bakalım yarın ne buyuracak?
Erdoğan’ın iktidarı, dini vakıflarda yöneticilik yapan ve hatta hakkında tecavüz iddiası ile soruşturma açılan kişileri illere “eğitim müdürü” olarak atıyor. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın protokoldeki yeri giderek yükseliyor, bütçesi zenginleşiyor. Türkiye’de devlet işyerlerine elemanlar artık tarikatlar tarafından yerleştiriliyor; bunu herkes biliyor! Türkiye Cumhuriyeti devleti, olanaklarını dini hurafeleri yaygınlaştırmak için kullanıyor; bu çabaya destek olanları ödüllendiriyor.
KKTC’de benzer bir durum var… Törenler dua ile yapılır hale geldi. İslam dinine inanan veya inanmayan; İslam dinini bu hocaların anladığı gibi değil de başka türlü anlayan; başka dinden veya dinsiz olan bütün yurttaşlardan toplanan vergilerle yapılan yatırımlar, bu kişilerin inançlarına aykırı dualarla açılıyor. Şimdilik “dua” aşamasındayız; ileride başka aşamalara da geçeceğimizi umarız!
“İslam alimi” sayılması gereken dostlarım vardır. Günün birkaç saatini bu haberleri onlarla değerlendirmek için harcıyorum. Bütün bu yapılanların İslam dini ile alakası olmadığını net bir şekilde söylüyorlar. Söylüyorlar ama Türkiye Cumhuriyeti devletinin kaynakları, onların “İslam’da yeri yok” dediği kültürü yaygınlaştırmak için sorumsuzca kullanılıyor.
Bu arada biz, ekonominin nasıl batırıldığını tartışıyoruz. Karadeniz üzerinden gelen buğdayın Afrika’ya un olarak ulaştırılmasında rol almaya çalışan Türkiye’nin “ne kadar büyük devlet” olduğunu konuşuyor ve gururlanıyoruz. Türkiye bir yerlere sürüklenirken bizi bunlarla oyalıyorlar… Gündem yaratmakta ve kamuoyunu bu gündemin peşine takmakta ustalaşmış “iletişim danışmaları” ile devlet parası ile ele geçirdikleri kocaman bir “merkez medyaları” var…
Gelişmenin ana doğrultusunu iyi saptamak gerekiyor. Göstermek istemediklerini görmek, bunun arkasındaki hedefi doğru algılamak gerekiyor. Aralık kapılardan içerisini gözetlemek, yarıklardan girerek içeride neler olduğunu öğrenmek gerekiyor…
Bunca kötülüğü gözünü kırpmadan yapanların, kendilerince “kutsal” saydıkları bir hedefleri olması gerekiyor. Daima öyle olmuştur! Çok büyük kötülükler, çok büyük ideallerin tozuna bulanmış ve kitlelere öyle yutturulmuştur. Bu kadar ince koordinasyon, bu kadar güçlü dayanışma için paylaşılmakta olan “yüce idealler” olmalı…
Eskiden, Türkiye Cumhuriyeti devleti “irtica” diye niteler ve bu eğilimlerle mücadele ederdi. Şimdi kendisi bu eğilimde olan insanların aparatı oldu. Bu durumda “yüce idealleri” için birleşmiş ve devlet olanaklarını kullanmaya başlamış insanlara kim dur diyebilecek merak ediyorum!
Ne demişti Cem Karaca?
“Bindik bir alamete, gidiyoz kıyamete!”