BM Genel Sekreteri, Kıbrıs sorunu ile ilgili müzakereleri başlatmak için umut var mı diye araştırma yapacak bir “kişisel temsilci” atadı. Maria Cuellar’ın atanmasıyla birlikte Kıbrıs sorunu hakkında konuşmalar da çoğaldı.
Rum tarafı, müzakerelerin yeniden ama Crans Montana’daki son yemekte kalınan yerden başlamasını istiyor. Türk tarafının buna onay vermeyeceği çok açık… Gerek bugünkü KKTC iktidarı gerekse Türkiye’deki iktidar, “o gece kalınan yerden” memnun değiller; kurtulduklarına şükrediyorlar. O noktaya, zamanın KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı’nın verdiği tavizlerle gelindiğini düşünüyorlar. Zaten, Crans Montana’daki denemenin “son deneme” olacağı bizzat Akıncı tarafından da ifade edilmişti. Akıncı bile, “Verdiğimizi verdik… Aldınız aldınız; almadınız bitti” demeye getirmişti. Akıncı yeniden seçilmiş olsaydı Hristodulidis, bu noktaya dönmeyi Akıncı’dan bile isteyemeyecekti sanırım… Bu koşulda ısrar ederse müzakerelerin başlaması konusunda istekli olmadığı anlaşılacaktır.
Neyse ama! Bizim esas olarak Türk tarafının tavrı üzerinde yoğunlaşmamız gerekiyor…
Akan Kürşat meselesi de gösterdi ki Türk tarafı giderek dünyadan soyutlanıyor. KKTC Cumhurbaşkanlığı, bir Kıbrıslı Türkün İtalya’da tutuklanmasının gerçek nedenini aradan 15 gün geçmiş olmasına karşın öğrenemedi. Dış dünya ile hiçbir diyaloğumuz kalmadı. Türk devletleriyle bile Türkiye aracılığı ile konuşabiliyoruz. Buna karşın Avrupa Birliği’nin yeşil hat ticaretinin genişletilmesi ve Kıbrıs Cumhuriyeti yurttaşı sayılan Kıbrıslı Türklere yeni olanaklar sağlanması için Rum tarafı üzerinde baskı kurduğu haberleri geliyor. Bizim yerimize başkaları, yaşamımızı kolaylaştırmak için yol-yöntem arıyor ama biz onlara yardımcı olacak çabaları bile ortaya koyamıyoruz. Bağlantımız kalmadı; gücümüz tükendi!
Her ne halse, böyle bir ortamda bile Türk tarafı, Maria Cuellar’ın çabalarının “boşuna olacağını” daha baştan ilan etmekte yarar görüyor. Oysa müzakereleri bugünkü iktidarın bile reddedemeyeceği koşullarla başlatmak mümkün olabilirdi. “Her şey sil baştan başlasın” ve “sonuca ulaşamazsak Kıbrıslı Türklerin ne olacağına başlamadan karar verilsin” deseniz bile bunu başarmanız mümkündü.
Neden “sil baştan” demek durumunda olduğunuzu izah etmeye yetecek kadar gerekçeniz var görünüyor. Rum tarafı, 2004 yılındaki referandumda sonra sürdürülen müzakereleri zaman kazanmak ve haksızca elde ettiği AB üyeliğini pekiştirmek için kullandı. Zaman, bunu yeterince kanıtladı. Bu kanıtları uluslararası camianın önüne koyarak, “sil baştan”, “zamanlanmış” ve “başarısızlık durumunda ne olacağı baştan belirlenmiş” olması koşuluyla yeni bir sürece girmekte ne gibi bir sakınca olabilir?
Çoğu zaman, “müzakerelerle bizi oyalıyorlar” deniyor.
Soruyorum; müzakere yaparken veya yapar gibi görünürken yapamadığımız ama müzakere yokken yaptığımız ne var ki?
Tam tersine, müzakereden kaçan taraf olduğumuzda derdimizi anlatma olanağını kaybediyoruz; irtibatımız bile kalmıyor! Müzakereden kaçan taraf olduğumuzda, Avrupa Birliği, Kazakistan gibi ülkelere, “KKTC ile ilişki geliştirirseniz, bizimle ortaklık yapamazsınız” demek rahatlığına kavuşuyor.
Tanınma isteyenler de müzakerelerden kaçmamalıdır aslında… Başka devletlerin, bizim de bir devlet çatısı altında yaşama hakkımız olduğunu kabullenebilmeleri için Rum tarafının uzlaşmazlığını ve Kıbrıslı Türklerin haklarını gasp ettiklerini defalarca kanıtlamamız gerekiyorsa kanıtlayacağız; başka çaresi yoktur. Devlet yetkilileri kadar insan haklarına duyarlı kamuoyuna da bunu göstermek zorundayız.
Maria Cuellar gelecek ve gidecek! Gidince ne demesini bekliyoruz?
“Müzakere için ortak zemin yoktur; iyisi mi BM KKTC’yi tanısın da bu sorun da bitsin” mi diyecek? Uzlaşmazlığımızla kendimizi dünyaya tanıtacağımıza inanan var mı gerçekten?