1 Mayıs, emeği ile çalışanların mücadele günüdür. Sekiz saatlik iş günü için başlatılan mücadelenin günümüz dünyasında farklı şekiller alması elbette normaldir. Bizim kuşak, Türkiye’deki kutlanması yasaklanan 1 Mayısların mitinglerini gördü. 1 Mayıs 1977’de Taksim meydanındaydık; kurşunlardan kaçarken arkamızda ölülerimizi bıraktık. 1981 olmalıydı; 12 Eylül rejiminin baskıları sonucunda Mısırlızade Sineması salonuna taşınan 1 Mayıs kutlamalarını, inadına Sarayönü’nden başlattık.
1 Mayıs hikayeleri ile büyüdük. 1886 Mayısında neler olduğunu; Türkiye’de ilk 1 Mayısların nasıl kutlandığını, Kıbrıs’ta ilk 1 Mayıs kutlamalarındaki Türkçe ve Rumca yazılan afişlerin fotoğrafları ile heyecanlandık.
Zaman değişti tabii; bugünlerde 1 Mayıs’a herkes sahip çıkmaya çalışıyor. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Sadık Gardiyanoğlu, 1 Mayıs resmi tatilinde çalıştırılacak olan işçilere fazladan bir günlük ücret daha verilmesi gerektiğini belirtti ve müfettişlerinin bunu denetlemek için çalışacaklarını duyurdu. İçişleri Bakanımız Dursun Oğuz, biraz daha ileri gitti ve mesajında doğrudan 1 Mayıs’ı doğuran günlere 1886 Amerika’sına atıfta bulundu. 1 Mayıs’ın anlamını daha iyi kavradığını ortaya koymuş oldu.
İşçilerin hakkı, yılda bir kez tatile; çalıştırılırlarsa da fazladan bir gündelik daha almaya mı indirgendi? Çalışanlar mı daha fazla kazanacak, çalışma müfettişleri mi? KKTC Hükümeti, işçi dostu bakanlardan oluştuğuna göre işçilerimizin hayatı bundan sonra daha iyi mi olacak?
Her şey birbirine karıştı! 1 Mayıs’ı kutlamak popüler siyasetin ayrılmaz bir parçası halinde geldi. İşçi sınıfının Birlik Mücadele ve Dayanışma Günü, sonunda “İşçi Bayramı” oldu!
Şimdilerde, herkesin ve her kesimin bayramı değilse bile bir günü var zaten. Bu günlerde, ilgili kesimlerin kendilerini önemli hissetmeleri sağlanırken politikacılara da kutlama mesajı yayınlama olanağı sağlanıyor. 1 Mayıs da işte böyle bir gün haline geldi.
Erdoğan’ın kaynakları kendi elinde toplama güdüsü ile başlattığı enflasyon süreci, Kuzey Kıbrıs’ta da ciddi bir pahalılık furyasına ve yoksullaşma sürecine neden oldu. Türkiye’de yoksullaşma alabildiğine artar ve emek değersizleşirken bizim bundan etkilenmememiz mümkün değildi; etkilendik ve etkilenmeye devam ediyoruz. Bu süreçten en fazla etkilenenler ise emeğini satarak geçinenler olmaktadır…
KKTC’de, yurtdışından işçi getirmek de sıradan bir olay haline geldi. Pakistan, Bangladeş gibi yoksul insan depolarından istediğimiz gibi çekim yapıyoruz. Başka yere sıçrayabilmek umuduyla ülkemize gelen Afrika kökenliler de katılınca karın tokluğuna çalışan eleman bulmak kolaylaştı; iş gücü piyasası çalışanlar aleyhine iyice bozulmuş oldu. İşçiye mi ihtiyacın var; simsarlara bir telefon aç yeter!
Uzun zamandan beri kafamı kurcalıyor: KKTC’de hayvancı korunuyor, et ithal etmek yasak! Narenciyeci korunuyor, devletin verdiği primler maliyeti aşıyor. Ek ekebildiğin kadar; devletimiz arpayı en pahalı fiyattan satın almayı garanti ediyor. Yerli sanayi diye korunan dünya kadar işletme var. İş gücü niye korunmuyor? İş gücü ithal etmek niye yasaklanmıyor?
Diğer önemli bir sorun da vergiler olmalıdır… Vergiler içinde ücretlerden alınan vergilerin oranı nedir, tam olarak bilmiyorum. Asgari ücretin vergiden muaf olması nedeniyle çalışanların çoğu asgari ücretle çalıştırılıyor. Ücret ve maaşlardan alınan vergi tarifesi o kadar dengesiz yükseliyor ki işverenler asgari ücretin üstünde maaş vermekte zorlanıyor. Vergi dilimleri belirlenirken ücretliler korunmuyor. Emek gelirleri niye daha az vergilendirilmiyor?
Bugün 1 Mayıs kutlaması yapılıyor ama emekçiler adına taleplerin ne olduğunu bilmiyoruz. Yürüyenler ne istiyor; çalışanlar ne bekliyor? Düşünüyorum! 1 Mayıs’ı kol gücü ile çalışarak hayatta kalmak mücadelesi verenlerin mücadele gücü haline getirmek için hangi hedefleri belirlemek gerekiyor? İşçilerin gerçekten gönül huzuruyla çalışacakları ve işçi olduklarına şükredecekleri bir düzen kurmak mümkün mü?