Vergi – hizmet ilişkisine dayandırılmayan yerel demokrasimiz bizi çok uzun yıllardır kronik bir mali krize hapsetti.
Dünyadaki ekonomik gelişmelerden tutunuz da kamu yönetimlerinde yaşanan değişimlere kadar pek çok alanda geri kalmış durumdayız.
2008 Küresel Finans Krizi ile dünya ekonomilerinin başat makroekonomik göstergelerinden birine dönüşen mali disiplinle biz Türkiye’nin iteklemesiyle tanıştık.
İyi ki de tanıştık…
Ne var ki bu ilkeyi biz 2016 yılı itibariyle – üstelik de mali disiplin sayesinde oluşan nispeten güçlü bütçenin yarattığı rehavet koşullarında – terk ettik.
Ağustos 2018’deki döviz krizi hiç yaşanmamışçasına ülkeyi yönetmeyi denedik ve 2019 yılı bütçesini 285,5 milyon TL açıkla kapatabildik.
2020 ve 2021 yıllarını ise sanki hiç pandemi yaşanmamışçasına yönetmeye çalıştık ve yerel bütçe açığı sırasıyla 1,1 milyar TL ve 1,3 milyar TL oldu.
Paralel siyasi gelişmeler başka bir yazı konusudur ama ortaya çıkan sonucu not etmekte yarar vardır:
KKTC’de iktidar demek Türkiye’nin bir dediğini iki etmemektir artık.
Ve bu kısır döngü içte krizden çıkış dinamizmini öldüren çok vahim bir hal almış durumdadır.
Her Allah’ın günü yaşanan onca absürtlüğe rağmen sokaktaki genel kanı “yarın seçim olsa yine UBP kazanır” şeklindedir.
Gelinen aşamada ise bütçe açığı tolere edilebilir düzeyleri çok aşmıştır.
Kısaca şöyle özetlenebilir:
2022 bütçesi Meclis’te onaylanırken açık 1,53 milyar TL idi.
Kasım-Aralık 2021’de yaşanan döviz kriziyle yapılan resmi açıklamalara göre bütçeye 1,9 milyar TL daha yük bindi.
Ocak-Mart 2022 gerçekleşmelerine bakıldığında her bir % 1’lik hayat pahalılığının bütçeye yansıması aylık 5,7 milyon TL dolaylarındadır.
Haziran 2022 sonu itibariyle 6 aylık enflasyonun % 40 olması halinde sonraki aylarda (13’üncü maaşlar dahil 7 ay) devlet bütçesi üzerinde oluşacak mükellefiyet toplamda 1,6 milyar TL gibi olacaktır.
Kaba bir hesapla 2022 bütçe açığının 5 milyar sınırına dayanabileceği görülüyor.
Neredeyse 1 milyar TL’ye yaklaşan piyasaya olan kamu borçlarına hiç girmiyorum bile.
Kuşkusuz pandeminin etkileri azaldıkça kamu gelirleri belirli bir oranda bütçe öngörüsünü aşabilir ve bütçe açığı da buna bağlı olarak azalabilir.
Ancak yaşanmakta olan krizin boyutu devlet bütçesi ya da nakit açığı ile de sınırlı değildir.
Devletin yanı sıra sosyal sigortalar ve aslında diğer tüm kurumlarımız da iflasın eşiğine gelmiş durumdadır.
Örneğin belediyelerin bu hayat pahalılığı ile başa çıkması imkânsızdır.
“Devlet bize katkıyı artırmak zorundadır” diyor Belediye Başkanları haklı olarak.
Devletin durumu ise ortadadır.
Diğer yandan KIB-TEK’in borçlarının da kamu maliyesi tarafından üstlenilmesi öneriliyor.
Hangi devlet, hangi yasal zeminde, hangi bütçe imkânlarıyla üstlenecek bu borçları?
Tarımsal desteklerle ilgili sıkışıklık bir başka “ek bütçe” gerektirdiği savlanan hadisedir.
Kısacası tel tel dökülen devlet ve kurumlarıyla yüzleşmemizi gerektiren bir kriz yaşıyoruz.
Mali disiplini hafife almanın, mali disiplin – ekonomi – demokrasi ilişkisini siyaseten gri alana hapsetmenin ve değişime / dönüşüme sırt çevirmenin çok ağır bedelleri söz konusudur.
Bu ağır bedeli kim ödeyecek?
Yakın geçmişteki seçimden akılda kalan çözüm önerileri, “Türkiye ile iyi ilişki / İktidar bizim işimiz”, “eşel-mobilin iki ayda bir uygulanması” ya da “kamu çalışanlarına döviz cinsinden maaş ödenmesi” gibi alternatiflerdir.
Siyasi partilerimiz siyasetin doğası gereği seçmene cazip gelebilecek fikirlerle halkın karşısına çıkmayı tercih etmiştir.
Hepimiz gidip aklımıza en çok yatan alternatife destek verdik ve çıkan sonuç çerçevesinde Ersin Tatar – Faiz Sucuoğlu ikilisi beklenildiği üzere “ağır bedeli Türkiye ödesin” formülünü devreye soktu.
Ekim 2021’de hazırlanan bütçemizde Türkiye’nin kamu maliyesine yapacağı destek miktarı 900 milyon TL olarak öngörülmüştü.
Bu öngörünün Türkiye yetkilileri ile birlikte yapıldığı da biliniyor.
Türk Lirasında yaşanan değer kaybı o günden bugüne % 60’ları buldu ancak Türkiye’nin bütçemize yapacağı katkı miktarı sadece 50 milyon TL artırıldı.
Üstelik bunun 450 milyon TL’si reform destek ödeneği şeklinde formüle edildi.
Daha da enteresanı, geriye kalan 500 milyon TL’nin de elektrik enerjisi üreten T.C. menşeli bir özel firmaya KIBTEK’in borçlarının ödenmesi koşuluyla verileceği yönünde şayalar dolaşıyor etrafta.
Sürecin doğru yönetilememesi halinde ilave 1 milyar TL’ye yakın bir bütçe açığı oluşacağı anlaşılıyor.
Türkiye çok açık bir biçimde “kamu maliyesi bizim değil sizin sorununuzdur, biz size mali değil ekonomik destek sağlayacağız” mesajı veriyor.
Bu bağlamda taahhüt edilen miktarın GSYİH’mıza oranı oldukça yüksektir ve etkin kullanılması halinde Türk Lirasından doğan dezavantajlara pansuman olabilecek niteliktedir.
Diğer yandan şu da bir gerçek ki makroekonomik göstergelerin iyileştirilmesi kapsamında orta vadeli bir planlama çerçevesinde Türkiye’nin de desteğiyle müdahale edilmesi gereken bir alandır devlet dengesi.
Türkiye belli ki “ağır bedeli Türkiye ödesin” mantalitesi karşısında kamu maliyesinin düze çıkarılması konusu özelinde işbirliği kanallarını kapatmış durumdadır.
Kim bilir belki de tedbir almama yemini etmiş zihniyet karşısında kendini korumak için bu yolu seçmiştir.
Kimisine göre hak ettiğimizi yaşıyoruzdur, kimisine göre de bu durum Türkiye’nin ne kadar “fena” olduğunun adeta bir ispatı gibidir.
Sonuç değişiyor mu?
Formül tutmamıştır ve Ersin Tatar – Faiz Sucuoğlu ikilisi havlu atmıştır.
Bizim kendi sistemimizi idame ettirme sorumluluğumuz ise bakidir.
Ersin Tatar-Faiz Sucuoğlu ikilisinin başaramadığını başarabilecek bir iktidarla bu viraj alınabilir.
Mevcut çözüm önerilerine / alternatiflere yenilerini katmak için yeni bir seçime mi ihtiyaç duyulur yoksa Meclis aritmetiği ışığında yeni bir kolektif alternatif mi üretilir, bunu yaşayarak göreceğiz.
Demokratik süreçten beklentimiz, eski KKTC’ye suni teneffüs yaparcasına birtakım palyatif uygulamalardan medet umulması değil ekonomimizin kırılganlığını azaltacak kalıcı işlere imza atılmasıdır.
Zira başta dar gelirli insanlarımız olmak üzere halkın bu çağdışı eziyete dayanacak takati artık kalmamıştır.