“… neredeyse mayıs da son bulacaktı; en son günlerinden birinde, ayın yirmi dokuzunda, sabahın alacakaranlığında kasvetli çan sesleri duyuldu, Hristiyanlar uykularından uyandı, ayağa fırladılar, bu günün anlamını iyi biliyorlardı, kara bir gündü Hristiyanlık için, yollara döküldüler. Klisenin orta yerinde kocaman bir tepsi koliva vardı, sağında solunda siyah krep kurdeleli irice iki mum. Kolivanın üstüne serpilen toz şekerin üzerine iç badem ve tarçınla ölünün adını yazmışlardı: KONSTANTİNOS PELEOLOGOS – Bizansın son imparatoru. Böyle uğursuz bir günde, böyle bir kapkara şafak vakti Osmanlılar onu öldürüp İstanbul’u almışlardı.”
Nikos Kazancakis, İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethedilmesinin üstünden 436 yıl geçtikten sonra, Girit’te 1889 yılının 29 Mayıs’ında yaşananları böyle anlatıyor… Aradan bir yüz otuz yıl daha geçti; kendilerini Elen sayanlar, İstanbul’un fethini hala daha büyük bir felaket olarak anıyorlar!
Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan ise, 2020 yılının 31 Mayıs gününde yani fetihten 567 yıl sonra, fethin bir “işgal” olmadığını belirtiyor: “Fetih açmaktır; fetih gönülleri özellikle kazanmaktır ama bunlar bunu bilmezler. Ecdadımız fethi sadece toprakların ele geçirilmesi değil asıl gönüllerin kazanılması olarak görürdü.”
AYASOFYA TARTIŞMASI
Bir tartışmadır gidiyor… 567 yıl önce, bu kadar tartışılmış değildi herhalde… Ama şimdi, devletler arasında ve belki de daha kötüsü aynı coğrafyayı paylaşan, “koliva” gibi benzer gelenekleri olmasına karşın kendilerini farklı ulusların ve dinlerin mensubu olarak gören insanlar arasında kavgaya neden olabilecek bir tartışma ısrarla devam ettiriliyor. İşin içine liderler, Dışişleri Bakanlıkları da karışıyor. Tartışma, bugünkü devletlerin ‘resmi politikası’ haline dönüşüyor.
Tam 1483 yıl önce inşa edildikten sonra defalarca yenilenmiş olan Ayasofya da bu tartışmanın merkezinde bulunuyor. Neredeyse bizim Kudüs’ümüz olacak!
Prof. Doğan Kuban, Ayasofya’nın Osmanlı mimarisine öncülük eden bir yapı olduğunu ve kubbeli mimarinin Panteon’dan sonraki en büyük aşaması olduğunu anlatıyor. Buna göre Ayasofya, aslında bu coğrafyada yaşayan insanların geleneklerini ve bilgilerini devam ettirdiklerini; birbirlerinin ardılları olduğunu ve bugünkü birikimimizi nasıl oluşturduklarını anlatan bir abide sayılmalıdır.
DÜNDEN GELEN BİRİKİM
Nasıl bir kollektif belleğe veya kültürel birikime sahip olduk biz böyle?
Bölgemizdeki bütün güzellikleri ve olumlulukları kendimizin; bütün kötülükleri ve olumsuzlukları rakiplerimizin sayıyoruz. Dünyanın en iyisi bizler; en kötüsü de karşımızdakiler!
Bugünün sorunlarını, sadece bir çıkar çatışması değil; aynı zamanda varoluşsal bir düşmanlık olarak değerlendiriyoruz. Bu anlayış bizi, paylaşmaktan veya birlikte çoğaltmaktan uzaklaştırıyor.
Bunun tipik bir örneği Ege’dir… Türkiye kıyısına gözle görülen uzaktaki adalar uluslararası kurallara aykırı olarak silahlandırılmakta ve bir tehdide dönüştürülmektedir. Ege’de varolduğu varsayılan deniz altı zenginlikleri yıllarca tartışma ve kavga konusu olmuştur. Hora gemisi hepimizin hafızasına kazınmıştır. Şimdi benzer bir kavga Doğu Akdeniz’de sürdürülmektedir. Kazancakis’in Kaptan Mihalis’ini okuyanlar, akıp giden yılların da fazla bir şeyi değiştirmediğini çok rahatlıkla göreceklerdir.
YA HEP, YA HİÇ!
Bu tutum, iki tarafın çıkarlarını korumak bir yana tehlikeye atmaktadır. İşbirliğinin yaratacağı maliyet avantajları yok oluyor; tersi olarak gereksiz maliyetler ortaya çıkıyor. Kazanç, artacağına azalıyor.
Bir “kazanan hepsini alır” oyunu oynanıyor ama bu kazanan da bir türlü belirlenemiyor; kavga devam edip gidiyor.Bu arada, bu kavgayı körükleyen insanlar, ülkelerini “başarı ile yönetiyor”!