spot_img
15.8 C
Lefkoşa
spot_img

“ALTERNATİF ÇÖZÜMLERİN KONUŞULMASININ GERÇEKLERİN KABULLENİLMESİNE OLUMLU ETKİSİ OLACAKTIR”

Doç. Dr. Hüseyin IŞIKSAL

3 Haziran 1968’de Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta başlayan Kıbrıs müzakere süreci, aradan geçen yarım asırdan fazla süreye rağmen henüz bir sonuca ulaşmadı. Kıbrıs meselesi dünyadaki faal sorunlar arasında Filistin-İsrail sorunuyla birlikte en uzun süren sorun durumunda. Bu gerçek, Kıbrıs meselesinin müzakere metodunda, takviminde, iki tarafın duruş ve beklentisinde ve varılması planlanan nihai noktada ciddi bir sorun olduğunu gösteriyor. Bu noktalardan hareketle, kısaca Kıbrıs “sorununun” ne olduğunu, neden bunca zamandır çözülemediğini ve Türk tarafı açısından neler yapılabileceğini irdeleyelim.

Öncelikle altı çizilmesi gereken nokta, Kıbrıs “sorunun” ne olduğuna ve ne zaman başladığına dair Kıbrıs Türk ve Rum tarafları arasında çok ciddi bir ayrılık olduğudur. Bu görüş farklılığı, aslında Kıbrıs sorununun temelini de oluşturan şeydir. Rum tarafı gerçekleri saptırarak sorunun 20 Temmuz 1974 Barış Harekatı’yla başladığını öne sürmekte ve tüm dünyaya bu propagandayı yapmaktadır. Bu teze göre, Kıbrıs’ta herhangi bir sorun yokken, Türkiye “tek taraflı” müdahale etmiştir ve o tarihten itibaren adanın yüzde 36’sını kontrolü altında tutmaktadır. Bu sebepten dolayı, Rumlara göre Kıbrıs’taki en büyük sorun adada bulunan Türk askeridir ve Türkiye tüm askeri ve siyasi varlığını Kıbrıs’tan çekmelidir.

Rum tarafının ısrarla görmezden geldiği Türk tarafının Kıbrıs sorununa bakış açısı ise tarihsel gerçeklere dayanıyor. Türk tezine göre Kıbrıs sorunu 1974’de değil 1963 yılının sonunda başlamıştır. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin 1960 yılında kurulmasından beri Türklere verilen hakları ve Kıbrıslı Türklerin siyasi eşitliğini kabullenemeyen dönemin Rum lideri Başpiskopos Makarios, verdiği tüm beyanatlarda “Kıbrıs’ın bir Helen adası olduğunu” ve “azınlık olan Türklerin Rum çoğunluğun siyasi iradesine müdahale edemeyeceğini” ısrarla vurguluyordu. Makarios’a göre Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulması, Rumların ebedi siyasi amacı olan Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakı, yani “Enosis”in önünde bir engel değildi ve Rumlar bu amaç için çalışmaya devam edecekti. Makarios’un bu sözlerinin retorikten ibaret olmadığı hızlı bir şekilde anlaşıldı. 1963’te hazırlanan Akritas Planı tarihe “Kanlı Noel” saldırıları olarak geçen 21 Aralık’ta faaliyete konuldu ve ağır silahlarla donatılmış Rum ordusu Türklere karşı sistematik şekilde saldırıya geçti. Bu saldırılar neticesinde Kıbrıslı Türk nüfusun dörtte birinden fazlası karma köylerdeki evlerini terk ederek sadece Türklerin yaşadığı köylere ve bölgelere göç etmek zorunda kaldı. Sonuçta Kıbrıslı Türkler, çevreleri Rum silahlı güçleriyle çevrili olan, adanın dört bir tarafına yayılmış ve birbirinden kopuk 39 bölgede yaşamaya mahkum edildi. Kıbrıslı Türk mücahitler tarafından korunan bölgelere Rum devleti hiçbir hizmet götürmedi ve binlerce insan en temel ihtiyaçlarından mahrum bırakıldı. Üstelik çalışmak ve diğer ihtiyaçlarını karşılamak için bölgelerinden ayrılan onlarca Kıbrıslı Türk, Rumlar tarafından kaçırılarak katledildi.

Rumlar, Türklere karşı sergiledikleri askeri saldırıları siyasi alanda da sürdürdüler. Bu amaçla ilk olarak Kıbrıslı Türk bakan ve milletvekilleri Kıbrıs Cumhuriyeti Parlamentosu’ndan atıldı ve onların yokluğunda, anayasaya aykırı olmasına rağmen, ülkenin iki toplumun siyasi eşitliğine dayalı federal yapısı üniter devlet yapısına çevrildi. Türklere verilen (Kıbrıslı Türk cumhurbaşkanı yardımcısının önemli siyasi kararlardaki veto hakkı, biri dışişleri, savunma veya finans bakanlığı olmak üzere, en az üç bakanlığın Türklere verilmesi, yüksek mahkemedeki yargıç eşitliği, beş büyük kentte ayrıca seçilen Türk belediye başkanları, ordunun yüzde 40’nın Türklerden oluşması gibi) hakları, Rumlar kendi parlamentolarından geçirdikleri tek yanlı kararlarla ortadan kaldırdılar.

Böylelikle uluslararası antlaşmalarla, Türkiye, Yunanistan ve Birleşik Krallık’ın garantörlüğünde ve (Akdeniz’deki Türk-Yunan dengesinin korunması için) Kıbrıslı Rum ve Türklerin siyasi eşitliğiyle kurulmuş olan federal yapı, yasama, yürütme ve yargının sadece Rumların elinde kaldığı üniter bir Helen devletine dönüştü. Daha üzücü olan ise 1963 sonundan 1974’e kadar uzanan bu 11 karanlık yıl boyunca, Kıbrıslı Türklerin maruz kaldığı insanlık dışı uygulamalar Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) raporlarında bile kaydedilmiş olmasına rağmen, uluslararası kamuoyunun bütün bu haksızlıkları görmezden gelmesi ve federal yapının yeniden oluşması için hiçbir çaba göstermemesiydi.

Tüm bunlara rağmen, 15 Temmuz 1974’de faşist Rum siyasetçi Nikos Sampson önderliğinde ve Yunan cuntasının desteğiyle Başkan Makarios’a karşı yapılan askeri darbe, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin garantörü olan Türkiye’nin askeri müdahalesi için gereken yasal zemini oluşturdu. Türkiye 20 Temmuz 1974’de adanın Yunanistan’a ilhakını önlemek ve Kıbrıslı Türklerin can güvenliğini sağlamak için Kıbrıs’a haklı olarak müdahale etti. Bu müdahale olmasa, uluslararası kamuoyunun Kıbrıslı Türklerin maruz kaldıkları haksızlıklara karşı sessiz kalışını da göz önünde bulundurduğumuzda, Rumların yukarıda bahsettiğimiz hedefleri gerçekleşmiş olacaktı. Uluslararası kamuoyunun bu sessizliğini en son 15 Temmuz askeri darbe girişiminde de görmüştük.

20 Temmuz Barış Harekatı’nın ardından yapılan nüfus mübadelesiyle ada siyasi ve demografik olarak tamamıyla bölündü ve Kıbrıslı Türkler ilk kez kendi bölgelerinde bir halk olma ve devlet kurma şansını yakaladılar. Bunun neticesinde, 1975 yılında önce Kıbrıs Türk federe Devleti (KTFD), daha sonra ise 15 Kasım 1983’de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) kuruldu. KTFD uluslararası tanınma talep etmezken KKTC’nin bu talebi BMGK tarafından uygun bulunmadı ve 541 ve 550 sayılı kararlarla KKTC hukuken geçersiz sayıldı ve Türkiye dışında hiçbir devlet KKTC’yi tanımadı. Kıbrıs Cumhuriyeti ise Kıbrıslı Türklerin dışlanmasına rağmen, uluslararası toplum tarafından adadaki tek yasal devlet olarak kabul edildi.

1968’den beridir süregelen Kıbrıs müzakereleri iki tarafın Kıbrıs meselesine bakış açısındaki derin uçurumlar nedeniyle sonuçsuz kalmıştır. Kıbrıslı Rumlar hâlâ adanın tek sahibi gibi davranıp Türklere azınlık hakları vermeye çalışıyor. Türkiye’nin Kıbrıs’ta sürdürdüğü askeri varlığın kayıtsız şartsız sona ermesini istiyor. Öte yandan Kıbrıs Türk tarafı ise siyasi eşitliğinden ödün vermek istemiyor, Türkiye’nin etkin ve fiili garantisini “olmazsa olmaz” olarak görüyor ve ancak bu şartlar altında iki kesimli, iki toplumlu bir federasyon istiyor.

Her ne kadar uluslararası kamuoyunun yanlı tutumuna ve Kıbrıslı Türklere federasyon dışında bir çıkış kapısı bırakmamasına rağmen,1974’den beri kurumlarıyla etkin bir şekilde varlığını sürdüren Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti artık Kıbrıslı Türklerin uluslararası alanda bir statüsü olması gerektiğini de gözler önüne seriyor. Bu sadece iki toplum için değil, bölge ülkeleri ve küresel güçler için de çok gerekli bir adımdır. Gerek ada etrafında keşfedilen hidrokarbon zenginliğinin paylaşılması gerekse zaten istikrarsız olan bölgeye huzurun gelmesi için, Kıbrıslı Türklerin yasal bir statüye sahip olması artık kaçınılmazdır. Uluslararası camia tanımasa da denizde, havada ve karada KKTC gerçeği vardır ve Türkiye KKTC’nin haklarını etkili ve fiili bir şekilde koruyacağını tüm dünyaya göstermiştir.

Son olarak vurgulanması gereken nokta, Kıbrıslı Türklerin uluslararası alanda verdiği hukuk mücadelesinin sadece hukukla ilgili bir mesele olmadığıdır. Bu mesele siyaset ve diplomasi yeteneğiyle de doğrudan ilgilidir. KKTC’nin tanınması veya diğer alternatiflerin konuşulması Kıbrıs’taki çözüm arayışlarını bitirmeyecek, tam tersine güçlendirecektir. Kalıcı ve “sürdürülebilir” bir çözümün ancak “denk güçler” arasında olabileceği gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, alternatif çözüm modellerinin konuşulmasının, uzlaşmaz Rum tarafının da adadaki gerçekleri kabullenmesine olumlu etkisi olacaktır. Kıbrıslı Türklerin bir yarım asır daha Rumların siyasi mahkumu olarak beklememeleri için, Türkiye’de de bir paradigma değişikliğine gidilmesi şarttır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin tanınması ancak ve ancak Türkiye’nin güçlü desteğiyle ve uluslararası alanda daha da aktif çalışmasıyla mümkün olabilir.

NOT: Doç. Dr. Hüseyin Işıksal Yakın Doğu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesidir. Bu makalesi Anadolu Ajansı sitesinden alınmıştır.

İLGİLİ HABERLER

Bizi takip edin

3,234TakipçilerTakip Et
5,673TakipçilerTakip Et

SON HABERLER